29 Haziran 2013 Cumartesi

Ludwig van Beethoven


Alman bestecisi (Bonn 1770-Viyana 1827). XVIII. yy. bestecilerinin çoğu gibi, müzikçi bir ailenin çocuğudur. Flaman asıllı büyük babası (1712-1773), 1773’ten sonra Bonn’a yerleşti ve Seçici Prenslik kilisesinin müzik yöneticisi oldu. Babası Johann(1740 ?-1792) aynı kilisede tenordu. 1767’de Maria Magdalena Keverich ile evlendi ve yedi çocukları oldu, bunlardan yalnız üçü yaşadı; Ludwig, Kaspar’ın oğlu Karl, Ludwig’in vasiliğine verildi ve bu besteci için sürekli bir dert konusu oldu.
Beethoven müziğe yatkınlığını çok küçük yaşta gösterdi. Babası onun bu yeteneğinden yararlanarak Mozart gibi bir harika çocuk yaratmaya heveslendi, ama başaramadı. Beethoven’in kendinden söz ettirebilmesi için ilk gençlik yıllarını beklemek gerekti. Çalışmalarına çocuk yaşta Christian Neefe ile başladı. Ondan müziğin temel öğelerini, piyano ve keman çalmayı öğrendi, besteleme konusunda ilk bilgilerini aldı. Karl Philipp Emmanuel Bach ve Johann Sebastian Bach’ın sanatını inceledi. 1782’de orgcu, 1783’te orkestra klavsencisi olarak Neefe’nin yerine geçti. Basılan ilk eseri, Dresler’in bir marşı üstüne klavsen için çeşitlemeler’dir (1782). Bonn’da incelediği besteciler ve okullar arasında Caldara, Pergolesi, Haydn, viyanalı ve fransız ustalar, fransız ve italyan komik operaları yer alır. 1787’de, gösterdiği başarı ve ilerlemeden dolayı, Köln başpiskoposu Maximilian Franz tarafından Viyana’ya gönderildi. Mozart ile çalışması öngörülüyordu. Büyük ustanın Beethoven’i çok beğendiği ve bu genç bir gün bütün dünyada kendinden söz ettirecek dediği söylenir. Ancak, Beethoven Viyana’da çok kalmadı ve ölüm döşeğindeki annesinin yanına, Bonn’a döndü. Babası kendini içkiye vermiş, ailenin mali durumu bozulmuştu. Kardeşlerinin geçimi Ludwig’in omuzlarına yüklendi. Yine de eğitimini ihmal etmedi; 1789’da üniversiteye yazıldı. Bu dönemde Bonn, ileri fikirli Maximillian Franz’ın başpiskopos olmasıyla büyük bir kültür merkezi haline gelmiş, Lessing, Goethe, Schiller gibi büyük alman yazarlarından etkilenen sanat çevrelerinde müzik çalışmaları yoğunlaşmıştı. Avusturya ile Prusya arasındaki savaşlar Mannheim orkestrasını dağıtmış, modern orkestranın beşiği olan bu kentin sanat ortamı Bonn’da sürdürülmüştü. Beethoven, Breuning ailesiyle kurduğu ilişkilerden çok yararlandı. Bu yıllarda bestelediği eserlerde eski gücünü yitiren Mannheim okulunun özentiye kaçan üslubu görülür. 1792 Başında fransız orduları Ren kıyılarını istila ederken, Beethoven de bir daha dönmemek üzere Bonn’dan ayrıldı. Haydn ile çalışmak için Viyana’ya gitti. Haydn Londra’dan dönüşünde genç meslektaşının birkaç eserini okumuştu. Beethoven, Haydn’dan aldığı derslerle yetinmedi, Albrechtsberger ile kontrapunto, Salieri ile de insan sesi için besteleme yöntemleri üstüne çalışmalar yaptı. O yıllarda Viyana’da müzik her şeyden önce geliyordu. Soylular siyaseti tehlikeli ve güvenilmez bir uğraş olarak görüyorlar, kendilerini müziğe adıyorlardı. Birçoğu hem beste yapıyor, hemde çağlı çalmakta profesyonel ölçülere ulaşıyordu. Bu ortamda Mozart’ın ölümüyle boşalan yere Beethoven’ın geçmesi doğaldı. Nitekim kont Waldstein, Baron Van Swieten, prens Karl Lichnowsky  Beethoven’ı hemen benimsediler. Genç sanatçı piyano virtüozu olarak büyük ün yaptı. Halk karşısında ilk kez 1795’te çaldı. Programında Mozart’ın bir eseri ve kendi 2. Piyano konçertosu yer alıyordu. 1796’da Nürnberg, Prag ve Dresden’de konserler verdi, Berlin’de Friedrich Wilhelm II’nin karşısında çaldı. Sonra, uluslararası siyasal durumun değişmesi üzerine turneye çıkmaktan vazgeçti ve Viyana’dan pek az ayrıldı.
Beethoven hiç evlenmedi, ama zaman zaman evlenmeyi düşündü.1801’de arkadaşı Wegeler’e yazdığı bir mektupta sevdiği ve kendini seven bir kızdan söz eder. Bu sevgilin, öğrencisi Giulietta Guicciardi olduğu sanılır. Ay ışığı adıyla tanınan sanatını Giulietta’ya adamıştır. Fakat genç kadın 1803’te kont Gallenberg ile evlendi. Beethoven’ın daha sonra Giulietta’nın yeğeni Josephine ‘e de evlenme teklifi ettiği, ama kendi kararsızlığı ve kızın ailesinin baskısı sonucu evlenemedikleri bilinir. Öldüğü zaman çekmecesinde bulunan aşk mektuplarının kime ait olduğu anlaşılamamıştır. Yaşamı boyunca kuşkulu ve bağımsızdı. 1800’de başlayan sağırlık belirtileri, bu bağımsızlığı insanlardan kaçma şekline soktu, ruhsal durumu arada sırada öfkeli patlamalara yol açtı. Sağırlık başlangıcına rağmen, 1802’ye kadar konserlerde ve soylu evlerinde çalmaya, başka virtüozlarla boy ölçüşmeye devam etti. 1802’de rahatsızlığın geçmeyeceğini ve artacağını anladı. Çektiği sıkıntı, yazı geçirdiği Heiligenstadt’tan kardeşlerine yazdığı Heligenstadt vasiyetnamesi’nde acı bir çığlık gibi yükselir. İntihar etmeyi aklına koymuştu, ama durumunu şöyle açıkladı: yalnız sanat alakoydu beni, yaratmam gerektiğine inandığım her şeyi meydana getirmeden ölmeyi göze alamadım. 1819’a kadar biraz işitiyordu, ama bu kadarı piyano çalmasına yetmedi. 1819’da tamamen sağır oldu. Çevresindekilerle ancak yazıyla anlaşabiliyordu. Bütün gücünü bestelemeye verdi. Yazılarını Viyana yakınlarındaki Mödling, Baden, Hetzendorf, Grinzing gibi köylerde geçiriyor, kırlarda yaptığı uzun yürüyüşler ona esin kaynağı oluyordu. Tuttuğu müsvedde defterlerinde birkaç esere birden başladığı ve bunları tamamlamakta acele etmediği görülür.
Beethoven, çağdaşlarının aksine, eserlerinin yayımlanmasından önemli bir gelir sağladı. Viyanalı soylular da kendisine aylık bağladı. Son yılları yeğeninin uyandırdığı hayal kırıklıkları ve sıkıntılar, sağırlığının yol açtığı üzüntülerle geçti. Zafere yavaş, yavaş ulaştı, ama son eserlerindeki kapalılık, onları çağdaşlarınca anlaşılmaz duruma soktu. Sadık ve vefalı dostları oldu, bunlar arasında Brunaswick ailesi, öğrencisi arşidük Rudolf, prens Lichnowsky, kemancı Schuppanzigh, sonraları biyografisini yazan orkestra şefi Schindler başta gelir. Beethoven, yeğeni Karl’ın intihar teşebbüsünün de etkisiyle, 26 Mart 1827’de Viyana’da sirozdan öldü. Cenazesini 20 000 kişi izledi.
Birçok eleştirmenci Beethoven’ın eserleri için S.de Lenz’in ortaya attığı üçlü ayrımı benimser. Ama bir dönemden öbürüne geçiş, ancak yaklaşık olarak belirlenebilir. Birinci dönemde Haydn ve Mozart’ın etkisi görülür. Ama üslüp benzetmesi özgür bir yolda ilerler, yazı, bestecinin, kişiliğini yansıtır. Beethoven, diğer çağdaşları gibi halk müziğinin etkisinde kalmıştır. Eserlerinde Ren kıyılarına özgü dans ritimlerinin, italyan, fransız, islav, hatta kelt halk havalarının izleri görülür. 1790’da bestelediği Waldstein balesinde ve ilk lied’leriyle koro parçalarında bu ritimlere sık sık rastlanır.
İkinci dönem çalgı ve orkestra araştırmalarıyla nitelenir. Piyano üslübu orkestraya yaklaşır, biçim gelenekseldir. Tek gerçek yenilik, senfonilerde minuetto’nun yerini scherzo’nun almasıdır. Scherzo daha dinamik, fanteziye daha elverişli bir bölümdür. Kahramanlık Senfonisi (Sinfonia Eroica) ve Pastoral Senfoni’de programlı müzik eğilimi görülebilir, ama bu eserlerde yalnız düşünce ve duyguların anlatımı yer alır. Beethoven, geleneksel kalıplar içinde dramatik etkiler yaratmaya çalışır. Bu üslübun temeli, Mozart’ın ritimli bir tema ile melodik bir tema arasındaki çatışmayı yansıtan son senfonilerinde yatar.
Üçüncü dönemde biçim daha özgürdür, çoğu zaman eski süt biçimini akla getirir. Özellikle, dramatik diyalektik kişiye özgü veya soyut bir nitelik kazanır. Re majör Missa solemnis (1823), dokuzuncu senfoni (1823) veya op. 106 gibi eserler anıtsaldır. Bu eserler klasik üslübun ulaştığı sınırı ve kendini aşma yolunda gösterdiği gelişimi yansıtır.
 Beethoven’ın yetişmesi ve anlayışı tümüyle klasiktir. Sağlığında Weber ve Schubert’te görülen, sonraları Schumann ve Mendelssohn’la gelişen romantik alman anlayışı, onda bulunmaz. Beethoven’ı Haydn gibi klasiklerden ayıran özellik, liberal ve demokratik akımdan etkilenmesidir. (Mehul ve Cherubini’ye hayrandır.) Onunla birlikte, müzik bir soylular eğlencesi olmaktan çıkar; insanlığın tümüne seslenir (Fidelio’nun ve dokuzuncu senfoninin finalleri). Romantikler, bazı çalgı tınılarını anlatım yolunda kullanmasına dayanarak Beethoven’e sahip çıkmak isterler. Oysa doğayı, bir sahneyi veya anıyı fantastik biçimde yorumlayan romantik eğilim Beethoven’ın sanatından çok uzaktır.
Beethoven, o zamana kadar edebiyat ve resimden daha az önem taşıyan müziğe gerekli yerin verilmesini sağladı. Müzikte de, çalgı müziğini ses müziğinin egemenliğinden kurtardı. Beethoven, solo ve ses için beste yapmakta başarılı olmamış, ama koroyu ustalıkla kullanmıştır. Solo sesi kullanmakta güçlük çekmesi, insan hançeresinin sınırlarını düşünerek çalışmasını engellemiş ve bu yolla salt çalgısal düşünceden yola çıkması sanatına katkıda bulunmuştur.
Beethoven’ın müziği, klasik üslübun bitiş noktasında yer alır. Wagner Beethoven’ı kendi öncüsü sayarken, aralarında anacak kavram birliği olduğunu savunabilmiştir.
Ses eserleri
Birçok lied, arya, koro ve kanon (1782-1826). An die Ferne Celiebte (Uzaktaki Sevgiliye) lied dizisi (Jeitteles, 1816). B.kantatlar: İmparator Joseph II’nin ölümü Üstüne, İmparator Leopold II’nin Tahta Çıkması Üstüne (1790); Zafer Anı (1814). C.Oratoryo: Christus am Ölberge (İsa Zeytin Dağında) [1803]; missalar: solocular, koro ve orkestra için do majör (1807); solocular, koro ve orkestra için re majör Missa Solemnis (1823).
Çalgı eserleri
A.Piyano: sonatlar,24 (1792-1804). 3(1809), 2(1814-1818), 3(1820-1822); Orijinal bir tema üzerine 32 çeşitleme (802); Diabelli’nin bir valsi üzerine 33 çeşitleme (1823). B.Oda müziği: piyano ve keman için sonatlar: 3 (1798), 6 (1801-1803). 1 (1812); piyano ve viyolonsel için sonatlar: 2 (1796), 1 (1808), 2 (1815)
Sahne eserleri
A.Prometheus’un Yaratıkları (Die Geschöple des Prometheus), bale (1801); Fidelio, opera: 3 düzenleme (1805, 1806, 1814); 4 uvertür, üç tanesi Leonore (1805-1806) ve bir tanesi Fidelio (1814) başlıklı. B.Uvertürler ve sahne müzikleri: Coriolonus (1807), Egmont (1810), Atina Harabeleri, Kral Stephan (1811), İmparatorun Bayramı için (1814), Josephstadt Tiyatrosunun Açılışı için (1824).
-->

21 Haziran 2013 Cuma

Akalar veya Akhalar

Ahaylar ve mikenler de denir. En eski yunan kavimlerinden. M.Ö. II.bin yıl başlarındaki akınlarıyla Yunan yarımadasında hayat şartlarını alt üst ettiler. Kuzeyden gelerek Peleponnes’te Argolis bölgesine yerleştiler. M.Ö 1600-1400 arasında aka mimarisinin şaheserleridir. Özellikle mezarlarda ele geçirilen altın maskeler, kaplar ve bronz silahlar anılmağa değer. Akalar, denizciliğe başladıktan sonra Girit’e geçerek burada ticaret kolonileri kurdular. Anadolu (Miletos, Halikarnassos, Selçuk), Rodos ve Kıbrıs ile ticaret yaptılar. Hititler ile temasa geçtiler, Filistin ile Sicilya’da ticaret acenteleri kurdular. Agamemnon idaresindeki aka orduları Karadeniz ticaretini ele geçirmek için Çanakkale boğazına yaptıkları akınlarla kuşattıkları Truva’yı yıktılar. M.Ö. II.binyıl sonlarında, teknik bakımdan demir silahların bronza üstünlüğü, Dorların Aka devletini kolayca yenmelerini sağladı.

19 Haziran 2013 Çarşamba

Afrika Misk Kedisi


Vücudu ince uzun bir Afrika etçil memeli hayvanı.(bilimsel adı: vivera civetta)
Misk kedileri orta boydadır, vücutları ince ve uzundur; bedenleri siyah denecek kadar koyu renkli ve lir telleri biçiminde beyaz çizgilerle beneklidir. Bu hayvanlar Eski Dünya’nın (Avrupa, Asya, Afrika) en sıcak bölgelerinde yaşarlar. Tek Afrika türü (Vivera civetta) birçok çeşitleriyle (V. Orientalis, V.Portmanni v.b.) sahranın bütün güney bölgelerinde pek yaygındır. Bu cins, misk kedisigiller için örnek hayvan sayılır.

-->

17 Haziran 2013 Pazartesi

Agamemnon

Mykenai ve Argos’un efsanevi kralı, Atreus’un oğlu ve Menelaos’un kardeşi, Helena’nın kızkardeşi Klitaimnestra ile evlendi ve ondan üç çocuğu oldu: İphigeneia, Elektra ve Orestes, Akhaların Truva’ya karşı yaptıkları savaşta ordu kumandanlığını yaptı. Agamemnon Akha donanmasını Aiulis’te topladı, fakat denizin durgunluğu donanmanın yola çıkmasına engel oluyordu. Büyücü Kalkhas, Artemis’in Agamemnon’a kızdığını ve kızı İphigeneia’yı kurban etmesini bildirdi. Bunun üzerine Agamemnon kızını kurban etmek için hazırlıklara giriştiyse de tanrıça genç kıza acıyarak yerine bir geyik koydu. Geyik kurban edilince denizdeki durgunluk geçti ve donanma sefere çıkabildi. Truva yenilince, ganimet olarak payına Kassandra düştü, on yıl uzak kaldıktan sonra yurduna döndü. Orada Klitaimnestra ve âşığı Aigisthos tarafından katledildi.
Agamemnon, Aiskhylos’un trajedisi, Orestia*nın (M.Ö.458 ) birinci bölümü, Truva savaşından dönen Agamemnon Argos’a gelir. Karısı Klitaimnestra, korkunç bir manaya da çekilebilecek tatlı sözlerle onu karşılar. Agamemnon saraya girdiği sırada, Apollon’dan kehanet kudretini alan kölesi, Truvalı Kassandra, bu lanetli ailenin geçmişteki ve gelecekteki kötülüklerini sayıp döker. Sonra o da saraya girer. Argos ihtiyarlarından kurulu koro, acz ve ıstırap içinde, öldürülen kralın çığlıklarını işitir. Sarayın kapısı açılır, Agamemnon ile Kassandra’nın cesetleri görülür. Hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmayacağını unutan Klitaimnestra ise, işlediği bu çifte cinayetle övünür.

-->

15 Haziran 2013 Cumartesi

Afrodit

Aşk ve güzellik tanrıçası. Mitolojide sözü en çok edilmiş tanrıçalardan biridir. Homeros, Afrodit’i, Zeus ile Dione’nin kızı olarak tanıtır. Bazılarına göreyse, deniz dalgalarının köpüklerinden doğmuştur. Bundan dolayı da su yüzüne çıkan anlamına gelen Kıbrıslı adını alır. Sevgilisi Ares’tir. Buna rağmen Afrodit, Adonis’e âşıktır. Afrodit ile beraber görülen Eros Harp tanrısı Ares’ten olan çocuğudur. Aşk tanrıçasının insanları birbirine aşık eden bu çocuğu, sevimli yüzü, ufacık kanatları, gerilmiş yayı ve atmak üzere olduğu okuyla tanınır. Afrodit, Olimpos dağının tepesindeki tanrılar toplantısına etrafındaki kalabalık grubuyla giderdi. Bu şekil yürümeleri, daha sonraki devirlerde yerini Afrodit adına tertiplenen şenlik ve festivallere bırakmıştır. Gerek Yunanistan ve İtalya’da gerekse Anodolu’da Afrodit’e olan inanç ve sevgi bir mezhep haline gelmiş, adına şehirler kurulmuştur.

13 Haziran 2013 Perşembe

Ağustos böceği


Bitkilerin besisuyunu emerek içen, erkeği sesli bir organ taşıyan iri böcek.
Ağustosböcekleri kısa bedenlidir, kanatları tamamen zar halindedir. Karın bölgesinin alt kısmında yer alan ses organları açık renkte geniş kapakçıklarla korunur. Erkekleri günün en sıcak saatlerinde keskin ve monoton bir ses çıkarır. Larvaları, bitki köklerinin özsuyunu emerek toprakta yaşar. Tropik bölgelerde Ağustosböceklerinin sayılamayacak kadar çok türleri vardır. Amerika Birleşik devletlerinin bazı çevrelerinde gelişimi on yedi yıl süren bir Cicada septemdecim türü yaşar. Bu cins, eşkanatlı böcekler arasında yer alır ve ağustosböcekleri familyasının örnek hayvanı sayılır.
-->

11 Haziran 2013 Salı

Ahtapot


Kabuksuz kafadanbacaklılar’dan, üzerine vantuzlar (çekmen) bulunan sekiz eşit ayaklı deniz hayvanı (Octopodidae  familyasından).
Ahtapotlar, octopodidae familyasının örneği olan octopus cinsindendir. Bu cinsin çeşitli türlerine bütün denizlerde rastlanır. Bazılarının boyu 2 m yi bulur. En çok rastlanan cinsi Octopus vulgaris, yengeç, istakoz, midye ve istiridyelerle beslenir. Bunları, vantuzlu uzun kollarıyla yakalar, sarmalar ve kıvrık bir gagayı andıran çenesiyle parçalar. Bir kabuklunun aralık duran iki kabuğu arasına, kapanmasın diye bir taş oturtup içindeki yumuşakçayı yiyenler bile görülmüştür. Tükürük bezlerinin salgısında kuvvetli bir zehir vardır; kurbanlarına bu zehri akıtır. Ahtapot’un eti, taze veya güneşte kurutulmuş olarak yenir. Açık denizde zoka ile, kaya oyuklarında kanca ile avlanır.

9 Haziran 2013 Pazar

Bektaşilik



Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu kabul edilen tarikat.
Bektaşilik, melâmetten doğmuş tarikatlardandı. Mürşit olarak Hz. Muhammed’i rehber olarak Hz. Ali’yi ve pir olarak Hacı Bektaş Veli’yi tanıyan ve tamamen Bâtıni olan tarikattır. On iki esas tarikattan biri olan Bektaşiliğin, XIII. yy. da Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş Veli (1210-1271) tarafından kurulduğu kabul edilir. Fakat Hacı Bektaş’ın doğrudan doğruya tarikat kurucusu olduğunu gösteren kesin belgeler yoktur. Mevlana’nın çağdaşı olan Hacı Bektaş, Selçuklular aleyhindeki büyük bir isyanın başına geçip sonunda Amasya’da asılan Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’a mensuptu. Hacı Bektaş, babailerdendi (veya babalılardan) ve Vefaiyye tarikatındandı. Babai isyanının Selçuklular tarafından kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra Hacı Bektaş, sağ kalan Babaileri çevresine topladı ve daha sonra Bektaşilik diye anılacak olan yeni bir tarikatın esasını meydana getirmeğe çalıştı. Kendisine uyanlara da Bektaşiler veya Bektaşlılar denildi ve sonradan tarikatın sağlam temeller üzerine kuruluşunda bunun büyük bir etkisi oldu. Aslında bir Babai halifesi olan Hacı Bektaş’ın yaşadığı devirdeki Babailere veya ilk Bektaşilere ait fazla bilgi yoktur. Bektaşi erkânını anlatan ve Erkânnâme adı verilen risalelerin en eskisi ancak XVI. yy.a aittir. Hacı Bektaş Veli’nin Makalât adlı arapça eseri henüz ele geçmiş değildir. Fakat XIV.yy.a ait bulunan ve kimin olduğu bilinmeyen bir eserde Makalât özetlenmekte ve hırka, sakalık erkânı, miyanbestelik, dört tekbir, gülbank, named ve Bektaşiliğe ait diğer bilgileri derleyen parçalar bulunmaktadır. Yine bu eserde, Said Emre’nin Makalât tercümesinde bulunan bir şiiri de yer almakta ve ilk Bektaşi erkânı hakkında, fazla önemi olmasa da bazı bilgiler bulunmaktadır. Bu risalenin bazı parçaları, Bışati’nin Şah Tahmasb (1524-1576) devrinde yazdığı Menâkıb’ül Esrâr Behçet-ül-Ahrâr (Sırların Menkıbeleri, Hürlerin Güzelliği) adlı eserine de alınmıştır. Buradan anlaşıldığına göre ilk Bektaşiler erkânda Aleviliğe aşırı derecede meyilli idiler ve aynı zamanda Ahilerin erkânına da yakındılar. Bu da Bektaşiliğin, kuruluşundan beri, Ahiliğin etkisi altında kaldığını gösteriyor. Tarihi kaynaklar, Bektaşiliğin Abdalân’ı Rum (Rum Abdalları ) denilen zümre ile ilk zamanlardan beri ilgili olduğunu da gösteriyor. Hatta Bektaşilere bektaşı abdalları denildiği de olmuştur. Bektaşi Velâyetnâme’si de (yazılış tarihi 1440-1441) Anadolu Ahilerinin piri Ahi Evren ile Hacı Bektaş arasındaki münasebetlerden bahseder.
Bektaşiliğin, Kalenderiyye ile de ilgisi bulunduğu açıktır. Hacı Bektaş’ın kendisine uyanların serpuşlarını tekbirlediğini, safa- nazar ettiği, hırka giydirdiği ve biat töreninde saçlarını tamamen tıraş ettirdiği Velâyatnâme’de yazılıdır. Yani Kalenderiyye’nin amacı olan çar-darb olma hali Bektaşilikte de vardır. Halil Vahdeti Dedebaba (öl.1650), Hacı Bektaş’ı öven bir terci-i bendindeki: Çar-darb ile anındır ve elif ü tigu tıraş /Ser ü riş ile bürüt oldu dilâ hem dahi taç beyti ile Bektaşilikteki çar-darb olma halini haber verir. Kaygusuz Abdal da bir nefesinde aynı şeyi ifade eder:
Sakalımla başımı
Bıyığımla kaşımı
Hak onara işimi
Bu sakalı kırkaram
Menakıb-ı Hâce-i Cihân ve Netice-i Can (Hacı Bektaş’ın Menkıbeleri ve Can Neticesi) eserinden de anlaşıldığına göre Abdallar, Kalenderiler, Haydariler, Câmiler, Edhemiler ve Semsiler, inanç, gelenek ve şekil bakımından Bektaşilere yakındırlar. Bu yakınlık, XVII. y.y ın sonlarına doğru bütün bu zümrelerin bektaşilik tarafından temsil edilmesiyle sonuçlandı. Böylece Bektaşilik bu Batıni inanış yollarının hepsini içinde toplamış oldu.
Bektaşilik tarihinin ikinci devresi Balım Sultan diye tanınan Hızır Balı (öl.1516) ile başladı. Bektaşiler bu şahsı ikinci pir olarak tanırlar ve bektaşi erkânın onun tarafından vaz’edildiğini kabul ederler. Balım Sultan’dan itibaren Bektaşilik, evli babalar ile evli olmayan (mücerret) babalar tarafından temsil edilmeye başlandı. Mücerret dervis ve babalar, kendilerini bu tarikata tamamen adamış insanlardı. Bunların sağ kulak memelerinin delindiğini ve kulaklarına demir veya bakırdan yapılmış mengüş denen bir halka takıldığını görüyoruz. Velâyatnâme ve bektaşi silsilesine göre, Balım Sultan Hacı Bektaş’tan sonra gelen çelebilerdendi. Çelebiler, Hacı Bektaş’ın kendisine kız evlat edindiği Hatun Ana’nın oğullarıdır. Hacı Bektaş ile Balım Sultan arasında dört çelebi daha vardı. Balım Sultan’ın ölümünden sonra çelebiliğe kardeşi Kalender geçti. Kalender Çelebi, Kanuni Süleyman devrinde ikinci bir babai isyanı tertiplediği için öldürüldü (1528-1529). Bu yüzden Bektaşilik bir süre manevi nüfuzunu kaybetti. Kalender Çelebinin öldürülmesinde 23 yıl sonra (1552) Bektaşilikte çelebilik ile birlikte bir de dedebaba lık görülüyor. Bu makam, Balım Sultan’ın dervişlerinden Sersem Ali Baba tarafından kuruldu ve böylece tarikatın başına dedebaba lar geçmeye başladı. Bu usulün Mevlevilik tesiriyle meydana geldiği söylenebilir. Böylece XVI. yy.dan itibaren Bektaşiliğin merkezi otoritesi ikiye ayrıldı. Zaten Balım Sultanın kurduğu erkân, Aleviler ile Bektaşileri ayırmışken bu sefer de çelebilik ve dedebabalık makamları bu ayrılığı tamamladı. Çelebilerle dedebabaların arası bazen iyi gitmiş, bazen de açılmıştır. Bu arada, çelebilik makamına geçenler aynı zamanda dedebabadan bir de bektaşi halifeliği almak mecburiyetini duydular. Basit ve oldukça hurafeli inançları olan ve doğrudan doğruya İran safevilerinin tesirine kapılan, bu yüzden de Osmanoğullarını meşrü hükümdar tanımayan aleviler, çelebilere ve dedelere uydular, yani ilk usulü bozmadılar. Bektaşiler ise bunları aralarına almadılar ve asıl kendilerini Hacı Bektaş tarikatı mensubu saydılar.
Osmanlı imparatorluğunda yeniçeri isyanında Bektaşiler de yeniçerilere yardım ettikleri için Sultan II. Mahmut Yeniçeriliği kaldırdığı zaman Bektaşiliği de yasak etti (1826). Önde gelen Bektaşi babaları asıldı ve sürüldü. Bektaşi tekkelerinin yeni yapılmış olanları yıktırıldı, eski tekkelere de nakşi şeyhleri tayin edildi. Fakat bütün bu sert tedbirlere rağmen bektaşiler, taçlarının üzerine fes giydiler ve birçoğu da nakşiye’den icazetname alarak bektaşi tekkelerine şeyh olmanın kolayını buldular. II. Mahmut devrinden sonra bu hüküm unutuldu, fakat Bektaşilik resmen nakşibendiye’nin bir şubesi sayıldı. Son zamanlarda çelebilerden Ahmet Cemalettin Çelebi’nin babalarla arası açıldı. Bu yüzden kendisinin, Hacı Bektaş’ın yalnız manevi değil aynı zamanda sulbi oğlu olduğunu iddia etti ve alevilerin arasına gönderdiği vekilleri ile onların bir kısmını dedebabalardan ayırdı. Bu sebepten dolayı Bektaşilik bölündü. Türkiye’de tekkelerin kapatılmasından ve tarikatların ilgasından sonra (4 eylül 1925 ) aynı icraat Suriye’de de yapıldı. Böylece Bektaşilik yalnız Mısır’da ve özellikle Arnavutluk’ta resmi mahiyette kaldı.
Bektaşilikte teşkilat
Bektaşilikte beş derece vardır. Sırası ile: muhip, derviş, baba, mücerret ve halife. Bektaşilerden iki tanesinin kefaletiyle tarikattan nasip alan, yani bir babaya intisap eden kişiye muhip denir. Muhipler yalnız muhip ayin-i cem’i ile ölü ayin-i cem’ine girebilirler.
Muhiplerden derviş olmak isteyen, dervişliğe ikrar verir ve bir tekkeye girer. Orada bir müddet arakiye ile hizmet eder. Dervişliğe layık olduğu anlaşılınca dervişlik ayin-i cem’i yapılır ve kendisine dervişlik tacı giydirilir.
Babalık, Bektaşilikte üçüncü derecedir. Ehliyeti olan dervişe, halife tarafından icazet verilirse tacının üstüne sarık sarabilir ve böylece babalık makamına geçebilir. Muhip ve derviş yetiştirebilir, fakat bir dervişe babalık veremez. Babalık vermek yetkisi sadece, bektaşilerin en büyüğü olan halifeye aittir. Babalar, peygamber soyundansa yeşil, değilse beyaz sarık sararlar.
Mücerretlik, Bektaşilikte dördüncü derecedir. Evlenmemiş bir derviş yahut baba, mücerretliğe ikrar verir. Kalenderiyye’den geçmiş olan tıraş erkânı ile tıraş edilir, sağ kulağı delinerek mengüş, yani küpe takılır ve bu suretle mücerretlik makamına geçirilmiş olur. Mücerretlik ayin-i cem’ine mücerretlerden başka hiç kimse giremez. Mücerretler evlenemezler ve ömürleri boyunca kendilerini tarikata adamış sayılırlar. Mücerretlik ayini önceleri yalnız Hacı Bektas dergâhında, Balım Sultan türbesinde ve Kerbela tekkesinde yapılırdı. Son zamanlarda Merdivenköyünde de yaptı.
Halifelik, Bektaşiliğin beşinci derecesidir. Halife, bektaşilerin en büyüğüdür. Taçlarının üstüne siyah sarık sararlar. Herhangi bir baba, halifelik makamlarından birine başvurduğu zaman isteği kabul edilirse veya buna lüzum görülürse kendisine halifelik icazeti, çırağ, tuğ, âlem ve sofra verilirdi. Muhiplik, dervişlik, babalık ve mücerretlik ayin-i cemlerinde bir kurban kesilmesine karşılık, hilafet ayin-i ceminde usule uyularak kırk kurban kesilirdi. Fakat son zamanlarda kurbansız nasip verenler ve hilafet kurbanını bire indirenler de oldu. Bektaşilerde önceleri dört halife varken, sonraları bu usul de bozuldu. Bektaşilerde, aynı zamanda üç mücerret baba, müşterek ve imzalı icazetname ile bir babayı halife yapabilirdi.
Bektaşi inancı: Bektaşiler Caferi mezhebindendir. Kendilerinde Ehl-i Beyt sevgisi çok kuvvetlidir. Bektaşilere göre Ali, Allah’ın zuhuru, miraç ise Hz. Muhammed’in Ali’ye intisap etmesidir. Bektaşiler sabah ve akşam on iki imama salâvat getirir ve na’t-i Ali okurlar. Muharrem ayında on gün su içmezler. Muharremlerden sonra babaya baş okuturlar, yeni bir yıllık günahtan temizlenirler. Ali’nin doğum günü saydıkları Nevruz’u kutlar ve üç gün süt içerler. Birbirleri ile sohbet edip dem çekerler, nefes okurlar, saz çalıp dinlerler. Bütün bunlar onlara göre ibadettir. Bektaşilerde ahlak, verilen söze dayanır. Bu da elin tek, belin berk tut sözünden ibarettir. Onlara göre kendini bilene atasının kanı helal, bilmeyene anasının sütü haram, idi. Çoğu da tenasüh nazariyesine inanırdı. Tasavvuf ile fazla bağdaşmayan Bektaşilik, daha çok dünyevi bir düşünüş, bir neşve idi.
Bektaşi edebiyatı: Bektaşiliğin türk edebiyatı üzerinde pek geniş ve pek olumlu etkileri vardır. Bektaşiler, aslında türk vezni olan hece veznini benimsemişler ve halka halk diliyle hitap etmişlerdir. İçlerinde okumuş olanları bazen aruz veznini de kullandılar. Bektaşi şiirleri, halk edebiyatının en önemli kaynakları arasındadır. XIII. yy.da Said Emre ile başlayan Bektaşi edebiyatı, XV. yy.da Kaygusuz Abdal gibi çok büyük bir şair yetiştirdi. XVI. yy.da Hatayi (Şah İsmail-i Safevi), daha sonra Pir Sultan Abdal ve onun müridi olan Kul Himmet, bu edebiyatın en büyük şairleri arasındadır. Bektaşi edebiyatı, zamanımıza kadar gelmiş ve birçok değerli şair yetiştirmiştir. Ehl-i Beyte karşı sevgi göstermek, taassup ve yobazlık ile alay etmek, bektaşi gelenek ve düşüncelerinden bahsetmek, bu orijinal edebiyatın belli başlı konularıdır.


8 Haziran 2013 Cumartesi

Anofel


Sıtma sivrisineği.
Avrupa’da yaşayan birçok anofel türü vardır. Benekli kanatlı anofel (anopheles maculipennis), akşam karanlığında ve gece uçar, evlere girer; Avrupa’da ve Kuzey Afrika’da sıtma hastalığını yayan en önemli sivrisinektir. Larvası otlu bataklıklarda yaşar. A.gambiae, Afrika tropikasında çok zarar verir. A.albimanus, argyritarsis ve quadrimaculatus Amerika’da: A.ludlowl, minimus ve vagus Asya’da sıtma taşıyan ve yayan başlıca tiplerdir. Anofel, ikikanatlılar takımından, sivrisinekgillerdendir.

6 Haziran 2013 Perşembe

Akhilleus



Yunan mitolojisinde Tesalyalı efsane kahramanı; Myrmidon’ların kralı, Thetis ile Peleus’un oğlu. Yaralanmasını önlemek için annesi tarafından bir topuğundan tutularak Styks nehrine daldırıldı; bu yüzden de vücudunda yaralanabilecek tek yer olarak topuğu kaldı. Eğitimiyle en büyük üstatlar meşgul oldu: Phoiniks ve Kheiron’dan ok atmayı, yaraları iyileştirmeyi ve savaşmayı öğrendi. Kahin Kalkhas, Truva önünde öleceğini haber verdiği için, annesi onu Skyros’da gizledi; fakat, değerini bilen Yunanlılar, Odysseus vasıtasıyla saklandığı yeri buldular. Akhilleus, misafir edildiği evin kızına aşık olduğu halde, tereddüt etmeden Yunanlılara katıldı, canını dişine takarak savaştı. Fakat Agamemnon sebepsiz yere kölesi Briseis’i elinden alınca, darılıp çadırına çekildi. Onun yokluğundan yararlanan Truvalı’lar birçok zafer kazandılar. Arkadaşı Patroklos, Akhilleus’un silahlarını kullanarak Truvalı’ların saldırılarını önlemeğe çalıştı ama Hephaistos’a yaptırtıp süslettiği büyülü silahlarla yeniden savaşa katıldı. Hektor’u öldürdü, cesedini Truva surlarının etrafında sürükledi. Fakat Apollon, kendini böyle bir zafer sarhoşluğuna kaptırmasını hoş görmedi. İhtiyar Priamos’un yalvarmalarına dayanamayan Akhilleus, Hektor’un cesedini geri verdi, fakat Paris tarafından savrulan ve Apollon’un yönelttiği bir okla topuğundan yaralanarak öldü. Yunanlılar cesedini sakladılar ve dini törenlerle gömdüler.
Birçok destanın kahramanı olan Akhilleus, İliada’daki şahıslar arasında karakteri en iyi işlenmiş olanıdır: kaderin ölümsüz bir şan ve şerefe layık gördüğü genç, cesur ve atılgan bir savaşçıdır; çeşitli edebiyat eserine ilham kaynağı olmuştur. Katıldığı savaşlar, Eskiçağda birçok heykelde (Akhilleus ve Penthesileia, British museum’da ), duvar resimlerinde (Kastor ve Polluks’un evi, Pompeii’de ), vazo süslemelerinde (Akhilleus’un silahlarını taşıyan Thetis, Vatikan kitaplığında ) canlandırılmış, Yeniçağda da Rubens, Teniers, özellikle İngres ve Delacroix tarafından işlenmiştir.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Amazonlar



Eski çağın efsanevi kadın cengaverleri. Karadeniz kıyılarında yaşadıkları söylenir. Yunan mitolojisinde adı geçen Amazonlar, anaerkilliğin savaşçı bir şeklini gerçekleştirmişlerdi. Bunların toplumunda erkeğe, ancak neslin sürdürülmesi için yer veriliyordu; erkek çocuklar öldürülür, bazen de babalarına gönderilirdi. Amazonlar okla ve at üzerinde savaşırlardı. Bazılarına göre, ok atmayı kolaylaştırmak üzere, kızlarının sağ memelerini yakarlardı. Adlarının bir izahı da buradan gelse gerektir (a-madsos, memesiz ). Yunanlıların kadın sandığı savaşçılar belki de uzun saçlı İskitlerdi. Amazonların Akalara karşı atçıları savaşlar hakkında Hitit belgelerinde bilgi vardır. Yunan efsanesi de, Herakles, Bellerophontes v.b vesilesiyle bu savaşlardan söz açar.
Bassai’de (Phigalia) Apollon tapınağındaki friz ile Halikarnas türbesindeki friz ve Myron tarafından Theseion’da, Panaitos tarafından Olympia’da Zeus tahtını kuşatan set üzerine çizilmiş resimler Amazonlar efsanesine bağlanır. M.Ö V.yy’da bir Amazon heykeli dikilmesi için Efes’te bir yarışma açılmıştı;  yarışmaya katılanların hazırladıkları bu kopyalar zamanımıza kadar gelmiştir. En önemlileri Berlin’deki Yaralı Amazon (Polykletos’a ait olduğu sanılan eserin kopyası ), Capitolino’daki Yaralı Amazon ile Vatikan’daki Amazone Mattei’dir. Dorlar gibi giyinen Amazonlar yunan miğferi taşırlar, sağ omuz üstünde inen hafif bir gömlek kalça etrafında bir şeritle bağlanırdı. Kol, bacak, ayak çıplaktı. Bindikleri atın bir örtüsü olurdu. Asyalılar gibi giyindikleri zaman, vücutlarını boyuna kadar sıkı sıkıya örterlerdi. Bacakları bir çeşit mayo içindeydi, bele geniş bir kemer takılırdı. En üste bir manto giyer, başlarına bir Frigya başlığı oturturlardı. Ata çıplak binerlerdi. Bu efsanenin ilham ettiği en önemli modern eser. Rubens’in Amazonlar Savaşı’dır 1619).