11 Temmuz 2013 Perşembe

Türkiye’de borsalar


Türkiye’de XVI. ve XVII yy.da sanat ve ticaret erbabının meydana getirdikleri lonca teşkilatını borsaların ilk şekli saymak mümkündür. Modern anlamıyla ilk resmi borsa 2 Aralık 1873 tarihli nizamnameyle kurulan “Dersaadet Tahvilat borsası”dır. Adından da anlaşılacağı üzere, bu borsa bir menkul kıymetler niteliğindedir. Bu tarihten 13 yıl sonra 15 Nisan 1886’da yayınlanan “Umum Borsalar nizamnamesi ” ile ticaret borsalarının kurulması mümkün oldu ve ilk ticaret borsası İzmir’de “İzmir Ticaret ve Sanayi borsası” adı altında kuruldu. Daha sonra 1906 yılında “Esham ve Tahvilat ve Kambiyo ve Nukut Borsası nizamnamesi” ve bunun arkasından da 1923’te bu nizamnamenin zeyli yürürlüğe kondu. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 22 nisan 1925 tarih ve 655 sayılı “Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu” ve buna dayanılarak 27 eylül 1925 tarihli “Ticaret ve Sanayi Odaları nizamnamesi”, 16 mayıs 1929 tarihli ve 1447 sayılı “Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları kanunu”, 11 ocak 1943’te 4355 sayılı “Ticaret ve Sanayi Odaları, Esnaf Odaları ve Ticaret Borsaları kanunu”, 8 mart 1920 tarih ve 5590 sayılı “Ticaret Odaları”, “Ticaret ve Sanayi Odaları”, “Sanayi Odaları”, “Ticaret Borsaları” ve “Ticaret Borsaları Birliği kanunu” yürürlüğe konuldu.
Mevzuat: Bugün borsalar ile ilgili olarak yürürlükte bulunan kanunlar şunlardır: 3 nisan 1302 (1886) tarihli Umum Borsalar nizamnamesi, 16 mayıs 1929 tarih ve 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları kanunu, 11 ocak 1943 tarih ve 4355 sayılı Ticaret ve  Sanayi Odaları, Esnaf Odaları ve Ticaret Borsaları kanunu, 8 mart 1950 tarih ve 5590 sayılı kanun ve bunun tadiline ilişkin 6233 ve 7060 sayılı kanunlar.
Borsaların çeşitleri, Türkiye’de a) Ticaret borsaları, b)Menkul Kıymetler ve Kambiyo borsaları olmak üzere iki türlüdür.
1.Ticaret borsaları İzmir’de 1892 de kurulan İzmir Ticaret ve Sanayi borsasından sonra devamlı bir gelişme gösterdiler. En yeni ticaret borsası 1 mart 1965’te kurulan Kayseri Ticaret borsasıdır. Ticaret borsalarının toplam sayısı 38’dir. En büyükleri sırasıyla, İstanbul(1925), İzmir(1892), Adana(1913) ve Ankara(1927) borsalarıdır.
a. mahiyetleri Ticaret borsaları, borsaya dahil maddelerin alım satımı, fiyatlarının tespit ve ilanı ile meşgul olmak üzere kurulan tüzel kişilik taşıyan kamu kurumlarıdır. Ticaret borsalarının görevleri, borsaya dahil maddelerin alım ve satımını tanzim ve tescil etmek; bunların fiyatlarını tespit ve ilan etmek; alıcı ve satıcının teslim-tesellüm ve ödeme bakımından vecibelerinin, her tipin asgari niteliklerini ve işlemlerini tasfiye şartıyla fiyatlar üzerine etki eden şartları; anlaşmazlıklarda seçilecek hakem tayin etme usullerini gösteren ve Türkiye Ticaret ve Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları birliğinin onaylaması ile tekemmül eden genel kaide ve hükümler husule getirmek; yurt içi ve yurt dışı borsa ve piyasaları takip ederek fiyat haberleşmesi yapmak; borsaya dahil malların tiplerini ve niteliklerini tespit etmek üzere laboratuar ve teknik bürolar kurmak ve kurulmuşsa bakmak; sair mevzuatla ve Ticaret bakanlığınca verilecek görevleri yapmak; borsaya ait örf ve adetleri tespit ve ilan etmek suretiyle mübadeleyi tanzim etmek ve mübadele emniyetini sağlamaktır.
b) Ticaret borsalarına kayıt Bu işlem mecburidir. Ticaret borsalarına dahil maddelerin alım ve satımı ile uğraşanlar bulundukları yerin ticaret borsalarına girmek zorundadırlar. Buna uymayanların kayıtları borsalarca ilgililere danışmaksızın yapılır ve kendilerine tebliğ edilir. Ancak borsaya kayıtlı maddelerin üretici veya yapımcıları borsalara kaydolmadan da kendi mallarını borsada satabilirler.
Kanuna göre bu üretici ve yapımcılar başında, borsaya kayıtlı maddeler üzerinde alım satım işlerini gerek doğrudan doğruya ve gerekse aracılık yoluyla yapan (borsa komisyoncuları, borsa ajanları, borsa simsarları) bütün fertler borsada kaydolunma zorunluluğu altındadır.
Ticaret borsaları, ticari ihtiyaçların gerekli kıldığı yerlerde Ticaret bakanlığınca kurulur. Borsaların çalışma bölgeleri bulundukları şehrin belediye sınırlarıdır.
Borsalar, odaların ve borsaların tamamını içine alan ve bunlar arasında bir koordinasyon sağlamak üzere kurulan Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Borsaları birliği adındaki tüzel kişilikte yer alır. Bu bakımdan kendi tüzel kişiliklerine halel gelmez.
c) Ticaret borsalarının organları Ticaret borsalarının organları, Meslek komiteleri, Meclis, Yönetim kuruludur.
Meclis komiteleri, meslek gruplarına seçilen 5-7 kişiden kuruludur. Meclisler, her meslek kurulundan seçilerek 2’şer kişiden meydana gelir. Tanzimi, idari ve kazai selahiyetleri ve tasarrufları vardır. Yönetim kurulu, Meclisin kendi üyeleri arasından bir yıl için seçeneği 5-11 kişiden meydana gelir. İcra organıdır.
Borsa çalışmalarına katılan diğer yetkililerin başlıcaları şunlardır. Genel kâtip: Gelirleri 50 000 liradan fazla olan borsalarda meclisler tarafından tayin olunan bir genel katip bulunur. Borsa yönetim kurulunda ve meclisinde oy hakkını taşır ve Borsa işlemlerini tedvirle görevlidir. Borsa komiseri: Borsalarda hükümet tarafından tayin edilmiş bir komiser bulundurulur. Borsada günlük alım satım işlemlerini ve fiyat dalgalanmalarını tarafsız bir denetim altında bulundurmak üzere Ticaret bakanlığınca tayin edilen komiserler, gelirleri 50 000 liradan az olan borsalarda bulunmazlar. Bu görevi bu borsalarda genel kâtip yapar.
Borsaların denetlenmesi: Borsalar ve bunların birliği Ticaret bakanlığınca denetlenir. Bu denetleme hiyerarşik nitelikte olmayıp borsalar tüzel kişi olduklarından idari vasilik şeklindedir.
2. Menkul kıymetler ve kambiyo borsası Türkiye’deki en eski borsadır. 2 aralık 1873 tarihli nizamname ile “Dersaadet Tahvilat borsası” adı altında İstanbul’da kuruldu. Sonradan 16 mayıs 1929 gün ve 1447 sayılı “Menkul kıymetler ve kambiyo borsalar kanunu” ile düzenlendi. Menkul kıymetler ve kambiyo borsaları devlet, vilayet ve belediyeler tarafından çıkarılan istikraz esham ve tahvilleri ile hazine bonolarının, anonim şirketler tarafından çıkarılan esham ve tahvillerin ve borsaya kabulüne Maliye bakanlığınca izin verilen ecnebi esham ve tahvilleri ile nukut ve kambiyolarının alınıp satıldığı yerlerdir.
Borsaların üyeleri: Borsanın üyeleri a) asli ve b) kayıtlı üyeler olmak üzere iki türlüdür. Asli üyeleri acentelerdir. Kayıtlı üyeleri, coberler (kendi hesabına menkul kıymet alıp satanlar), bankalar, bankerler, sarraflar, kulisyerler (borsa kulislerinde bulunup kendi hesaplarına alım satım emri verenler) ve senetleri borsada kayıtlı şirketlerdir.
Acenteler, kanunda gösterilen şartları (6.md.)haiz kimseler arasından borsa meclisinin seçimi ve komiserin inhası üzerine Maliye bakanı tarafından tayin edilir. Bunlar ticari sıfat taşımaz, yalnız esham ve tahvilat ile kambiyo ve nukut alım satımına aracılık yaparlar.
Borsa meclisi: Borsaların yedi acenteden kurulu birer meclisleri vardır. Bu meclis acenteler tarafından gizli oyla iki yıl için seçilir. Borsa meclisinin görevleri, Borsalar kanunu ve nizamnamesinin uygulanmasına ilişkin tedbirleri görüşmek; bütçe ve kesin hesabı düzenlemek; devlet kadrosuna dahil olanlar dışında, müstahdemleri seçmek ve ücretlerini belirlemek; borsalara asli ve kayıtlı üye kabul etmek; borsa işlerinden çıkacak anlaşmazlıkları incelemek ve halletmek; borsa üyeleri hakkında disiplin kararları almak; abone ücretlerini tayin, kurtaj tarifelerini düzenlemektir.    
-->

9 Temmuz 2013 Salı

Borsa çeşitleri


1.Emtia borsaları(ticaret ve zahire borsaları): Genellikle menkul kıymetler borsaları ile birleşmiş halde bulunan emtia (ticaret) borsaları birçok emtia türü üzerine işlem yapılan genel ticaret borsaları, tek tür ticari emtia üzerine işlem yapılan özel ticaret borsaları olmak üzere ikiye ayrılır. Bugün milletlerarası ticarette Viyana, Prag, Linz, Zürich, Paris, Amsterdam, Rotterdam ve dünyanın büyük merkez borsaları olarak New York, Chicago, Winnipeg, Mineapolis, Londra, Liverpool, Kalküta ve Singapur emtia borsaları büyük rol oynamaktadır. Özel emtia borsaları arasında Londra ve New York’taki şeker borsası, Londra kömür borsası, New York, Liverpool, Bombay, İskenderiye ve Saopaulo’daki pamuk borsaları, Kalküta ve Londra’daki jüt ve çin verniği, Bremen, Londra ve New York’taki petrol borsası sayılabilir. Emtia alım satımında ölçüler tek tip olmadığı ve aynı cins malda dahi farklar bulunduğu için bunlar eldeki örneğe göre ve kaynakları ile nitelikleri belirtilerek işlem görür. Ayrıca emtia fiyatı ile birlikte teslimatın nevi ve mahiyeti bakımından a) magaza, antrepo, fabrika v.b. teslimi fiyatı b)fob (free on bord) teslim fiyatı, c)cif (cost and freight) teslim fiyatı v.b de gösterilir.
Emtia alım satımında zaman bakımından şu şekillere uyulur:
a)Loko alım satım Bu satımda mal depo, gümrük antreposu veya borsa yakınında bir yerde bulunur ve işlemin akdinden hemen sonra teslim edilecek nitelikte olur. b) Taşınmakta olan emtia üzerine işlem Satımın yapıldığı sırada mal, demiryolu veya gemi ile taşınma halindedir ve yaklaşık olarak tayin edilebilen bir vadede teslim yerine ulaşacaktır. Denizaşırı ürünler çoğunlukla yolda iken bir alıcı bulmak üzere Avrupa’ya yollanır. Gemi, yükünü boşaltacağı yer için kesin emri alacağı “emir limanı”na hareket eder. Bulunduğu yerden veya emir limanından teslim yerine hareket eder. c) Malın belli bir zaman içinde boşaltılması şartıyla işlem Bu türlü satımda mal, satım sözleşmesinde mutabık kalınan zamanda teslim edilecektir. Bu tür satımın faydası, malın arzını elverişli piyasa şartlarına uydurabilmek bakımından imkân vermesindedir. d) Vadeli işlem Bu halde emtianın belirli bir zaman parçası içinde veya belirli bir vadede teslim veya tesellüm edilmesi gerekir. Satım anlaşmasının yapıldığı sırada, satılan emtia teslim yerinde değildir, satıcıya malın teslimi için belli bir süre verilir. Bu süre, ilgili ticaret dalına ve borsanın bulunduğu yere göre 1-3 aydır. Yaygın olan süre özellikle Amerikan borsalarında 1 aydır. Borsada işlem gören emtianın tesellümü, yukarıda belirtilen hallerde, satıcının ihbarından sonra vukubulur.
2.Menkul kıymetler ve kambiyo borsaları Menkul kıymetler borsalarında başlıca iki türlü işlem yapılır.
a) Kasa işlemi, efektif borsalarında yapılan en basit ve en tanınmış işlem şeklidir. Borsa örf ve adetleri çerçevesinde, peşin alım satım işlemidir.
b) Vadeli işlem, mevzuat, örf ve âdete göre, kesin veya primli olarak belirli bir miktar kıymetli evrak için belli bir kur üzerinden yapılan ve taraflarca kıymetli evrakın teslimi ile satış tutarının ödenmesi hemen değil daha sonraki bir vadede vuku bulan işlemlerdir. Birçok borsada, ifa zamanı olarak “ayin sonu” (ultimo) caridir. Bundan dolayı bu işlemlere “ultimo işlemleri” de denir. Bununla birlikte bazı borsalarda “ayın ortası” (per medio) şeklinde vadeli işlemler de yapılmaktadır. Vadeli işlemlerin özel şekilleri şunlardır:
aa) Kesin işlemler Alıcının kararlaştırılan kıymetli evrakı, mutabık kalınan zamanda, uyuşulan kur üzerinden kesin olarak almayı, satıcının da bunları her halde teslimi taahhüt ettiği işlemlerdir.
bb) Primli işlemler Kesin işlemlerin aksine, işlem yapan taraflardan biri, prim ödemek suretiyle giriştiği işlemden ve onun doğurduğu yükümlülüklerden kaçınabilmek hakkına sahiptir. Yani, borsa işleminin tarafları, giriştikleri işlemle bağlı kalıp kalmamak hususunda, belli bir prim karşılığında, bir seçimlik hakka sahip olurlar.  Bu işlemde primin miktarı ile prim vermek yetkisinin hangi tarafa ait olduğu satım sözleşmesinin yapıldığı sırada tespit olunur. Bu işlemin faydası, menkul kıymetin kurunu kendisi için uygun bulmayan seçimlik hak sahibine daha az bir zararla işlemden ve yükümlülükten kurtulabilme imkânı vermesidir. Söz konusu prim, örf ve âdete göre, hemen veya bozulan anlaşmanın ifası gününde ödenir. Primli işlemlerin bazı özellikler gösteren şekilleri de vardır.
cc) Çift primli işlemler Taraflara, işlemin konusu olan bir miktar kıymetli evrakı, sözleşmenin ifası gününde ya mutabık kalınan daha yüksek bir kur üzerinden alma veya yine evvelce tespit edilmiş olan daha düşük kur üzerinden teslim edebilme hakkı verilir.
çç) Muhayyer işlemler Taraflardan biri, bir prim karşılığında, sözleşmenin ifası gününde, teslim veya tesellüm edeceği kıymetli evrak miktarını tek taraflı olarak artırabilme hakkını elde eder.
dd) Report ve depord işlemleri Bir taraf, vadeli işlemi kıymetli evrakın teslimi için uyuşulan tarihten önce muaccel hale getirilebilir.
3 Döviz borsaları Genellikle kıymetli evrak borsaları ile yer ve zaman bakımından sıkı ilişkide bulunurlar. Fakat ticari hayatta kıymetli evrak borsaları kadar önem taşımazlar. Gerçekten, döviz işlemleri geniş ölçüde borsa dışında yapılır.
4. İş borsaları Türkiye’de işçilerin iş bulmalarına ve çeşitli işler için elverişli işçiler bulunmasına bir amme hizmeti olarak devlet aracılık eder. Bu aracılık hizmeti için Çalışma bakanlığına bağlı İş ve İşçi Bulma Kurumu kurulmuştur. Bu kurumun çeşitli il ve ilçelerde şubeleri vardır. Bundan dolayı iş borsaları yoktur. 
-->

7 Temmuz 2013 Pazar

Borsa nedir


Sayı, ölçü veya ağırlıklarına göre belirlenebilen misli eşyanın devletin müsaade ve kontrol altında ve özel hukuk kuralları çerçevesinde alınıp satıldığı ticarete mahsus yer. Borsa oyunu, devlet tahvilleri, dövizler, çeşitli menkul değerler üzerinde kötü niyetle oynanan oyun, yapılan spekülasyon. Borsa simsarı, bir iş anlaşması ile bağlı olmadan, esas veya yardımcı iş olarak, borsa acentelerine iş götürmeyi meslek edinmiş kimse. 
Borsada, işlem gören misli eşyanın hazır bulundurulması veya teşhiri gerekli değildir. Alım satım, örneğe bakılarak veya buna lüzum duyulmadan yapılır. Teslim-tesellüm ile karşılığın ödenmesi hemen yapılmayabilir. Böylece borsada alışveriş, “hazır para- hazır mal” esasına göre iş görülen pazarlarda rastlanmayan bir hareket ve esneklik kazanır. İktisadi açıdan borsalar, belli bir zaman ve yerde ticari ilişkilerdeki arz ve talep mekanizmasının sağlam çalışmasını ve elden geldiği kadar rasyonel bir fiyat teşekkülünü sağlamak için kurulmuş toptan misli eşya sürüm yerleridir. Borsada yapılan işlemler, borsada temsil edilen ticaret dalındaki fiyat teşekkülünü zorunlu olarak etkiler; ilgililer, ticari işlerinde borsa fiyatlarını göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Karşılıklı hesap görme, takas veya benzeri amaçlarla yapılan toplantı yerleri (Kliring mahalleri) ile satılacak şeylerin hazır bulundurulduğu pazarlar (haftalık, aylık veya yıllık pazar, panayır ve fuarlar) borsa niteliğinde değildir. Pazar ve panayırların aksine borsalar devamlı bir kuruluş niteliğindedir. Borsada iş görenlerin ticari ikametgâhları çoğunlukla borsa mahallidir. Borsaların başlıca özellikleri şunlardır:   
a.       Borsa zamanı Borsada işlemler her gün belli saatlerde yapılır. İşlem zamanına göre “öğle borsaları” ve “akşam borsaları” deyimleri kullanılır.
b.      Borsa örf ve adetleri Borsa işlemleri kanun, tüzük gibi mevzuatla birlikte uyulması zorunlu örf ve adetlere göre yapılır. Bunlar, yüklü borsa işlemlerini büyük çapta kolaylaştıracak, anlaşmazlıkları hemen hemen tamamen ortadan kaldıracak nitelikte ve borsada işleme yetkili üyeler tarafından önceden kabul edilen, uyulması zorunlu hukuk kurallarıdır.
c.       Kur tespiti Borsada kabul edilen fiyat ve kurlar resmi bir kur tabelasına yazılır ve derhal günlük gazetelere duyurulur. Böylece ilgililer, kendilerini ilgilendiren emtia ve menkul kıymetlerin fiyat ve kurunu en çabuk şekilde haber alabilirler.
d.      Borsada faaliyet gösteren kişilerde aranan vasıflar Borsa işlemlerinin özellikleri dolayısıyla herkesin borsada çalışmasına imkan verilmez, borsada çalışacakların ihtisas, itibar sahibi olması aranır.
e.      Emtia ve menkul kıymetlerin borsa ticaretine kabulü, özellikle borsa kataloguna alınması ve kote edilmesi belli formalitelere bağlıdır.
f.        Borsalar devletin denetim ve gözetimi altında çalışır, Türkiye’de tüzel kişiliği olan kanun kuruluşları niteliğindedir.
Borsaların ilkel şekline misli malların el değiştirdiği, alınıp satıldığı ticaret mahalleri olarak çok eski devirlerde rastlanıyordu. Eski Babilliler, Mısırlılar ve Fenikeliler devrinde borsaların mevcut olduğu ileri sürülmektedir. Tarihçi Th. Mommsen’in eski romalı bankacıların forum’daki başlıca binalarında topantılarını (collegia merkatorum) “Roma borsası” olarak kabul eden görüşü tartışma konusudur. Borsalar İtalya’daki şehir devletlerinde şehir tüccarları tarafından kurulan Loggia’lar ve İspanya’daki Lonja’lar çerçevesinde varlıklarını geliştirdiler. Ortaçağda ün kazanan ve daha gelişmiş olan Venedik, Floransa borsalarında yalnız kambiyo mektubu (bir çeşit kıymetli evrak) üzerinde işlem yapıldığı bilinmektedir. Borsa adı, borsaların meydana gelmesinden çok sonra ortaya çıktı. Bu kelime Flandr’da bir ticaret şehri olan Brugge’deki bir meydanın adından alındı. Asil van der Beurse ailesinin malikânesi önünde bulunan ve onların adına bağlanarak “de Beurse” veya “de Burse” diye anılan meydanda XV. yy.da tüccarlar borsa işleri için toplanıyorlardı. Bu meydanda yapılan ilk faaliyetler 1460 yılında Anvers’de teşkilata bağlandı ve böylece Batı Avrupa’nın en eski borsası ortaya çıktı. Daha sonra borsa kurumu ve adı Avrupa’nın diğer merkezlerine de yayılmağa başladı. Anvers borsası gelişerek 1531 yılında ilk milletlerarası borsa niteliğini kazandı ve modern borsanın öncüsü oldu. Anvers borsasının kapısında “in usum negotiatorum cujuscunque nationis ac linguae” (bütün milletlerin ve dillerin tüccarları için ) sözleri yazılı idi. Gerçekten, bu borsada İngiltere’den, İtalya’dan ve diğer birçok ülkeden ticaret adamları toplanıyordu. Anvers şehrinin ticaret ve alışveriş özgürlüğü, denizaşırı eşya ticaretini geliştirdi. O çağdaki yazarlardan biri, Anvers borsası için “İnsan orada bütün dillerin karmakarışık bir gürültüsünü duyuyordu…. Kısaca Anvers borsası dünyanın her yanından bir parçanın bir araya geldiği küçük bir dünyaya benziyordu” der. Hollanda- Doğu Hindistan (1602) ve Batı Hindistan (1622) kumpanyalarının kurulmasıyla borsa ticareti yeni bir döneme girdi. Amsterdam, milletlerarası ticarette Anvers’in yerini aldı. Hollanda’nın Fransızlar tarafından işgaline kadar Amsterdam, borsa ticaretinde önemli gelişmelere sahne oldu. Vadeli işlemler ilk defa bu borsada yapıldı. Borsa işlemlerinin ircaı ve tasfiyesi burada büyük bir mükemmelliğe ulaştı. XVI. yy.dan itibaren gelişerek zamanımıza ulaşan tanınmış borsalar şunlardır:
Fransa’da Lyon borsası (1595), Toulouse ve Bordeaux borsaları (1595), Nantes borsası (1705).
İngiltere’de XVI2. yy.’ın ikinci yarısında Thomas Gresham tarafından Londra’da kurulan Royal Exchange, 1773’te Stock Exchange haline geldi.
Almanya’da XVI. yy.ın ilk yarısında Augsburg ve Nürnberg, ikinci yarısında Hamburg ve Köln; XVII. yy. başında Königsberg, Lübek, Frankfurt ve Leipzig, XVIII. yy. başında Berlin borsası.
Amerika’da 1792’de kurulan ve bulunduğu sokağın adıyla “Wall Street” diye anılan New York borsası bugün dünyanın en önemli esham ve tahvilat borsasıdır. Wall Street’de yine büyük ve tanınmış zahire,  maden, muhtelif emtia, şeker, kahve ve, petrol borsaları da yer almıştır.
-->

5 Temmuz 2013 Cuma

Alevilik


Ali’yi diğer sahabeden ve üç halifeden üstün tutan mezhep ve buna bağlı tarikatların ortak adı.

Hz. Muhammed’den sonra, halifelik ve imamlık makamına Ebubekir’in değil, Ali’nin geçmesini savunanlara, Ebubekir’in halifeliğini(imamlığını) kabul edenler “Ali’ye mensup”, inancı bakımından “Ali taraflısı” anlamına alevi dediler. Alevilik, halifelikte Ali’nin hakkının yendiğini, Ebubekir’in halife seçilmesinin Hz. Muhammed’in yoluna ve şahsına ihanet olduğu iddiasını yansıtır. Aleviler, Ali’nin halifeliği için birçok sebep öne sürüyorlardı. Onlara göre Ali, peygamberin tabii olarak varisiydi. Her şeyden önce, Müslümanlığı ilk kabul eden oydu. Hz. Muhammed’in amcasının oğluydu. Damadıydı. İslam savaşlarının kahramanıydı. Yaşadığı sürece Hz. Muhammed’in en yakın yardımcısıydı. Onun bütün işlerine bakardı. Hz. Muhammed Ali’ye olan sevgisini, güvenini birçok hadisinde bildirerek dolaylı bir şekilde kendisinden sonra Ali’nin imam olması gerektiğini ümmetine bildirmişti. Bu görüşe inananlar Ali’nin yerine imamlığa Ebubekir’in sonra da Ömer’in ve Osman’ın getirilmesini Hz. Muhammed’in yoluna aykırı ve batıl kabul ettiler. “Batıl” (şeriat kurallarına, peygamber sünnetine uygun olmayan) ile savaşmayı bir din görevi saydılar. Aleviler, Ali’de öbür halifelerde bulunmayan bazı tanrısal nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlardı. Bu görüşü ve inancı ileri götürerek, Tanrı’nın Ali’nin varlığında insan suretinde görünüş alanına çıktığını, onun bir tanrı-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı. Bunlara Ali-Allahiler dendi. Onlara göre Ali ve Ali soyundan gelenler (On iki imam) kutsaldı. Uluhiyet hulul yoluyla Ali’nin varlığına karışmıştı. Bu görüş, bir yandan İslam dini, içinde değişik inanç gruplarının doğmasına öte yandan birtakım siyasi ayrılık ve birleşmelere yol açtı.
Ali’nin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbela olayı, Hüseyin’in öldürülmesi, alevi topluluğunun siyasi bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı. Sonraları Şia(Şiilik) adını alan ve daha çok İran’da gelişen alevi mezhebinin özünü besleyen, bu olaylar zinciri oldu. Alevilik, İran’dan gelen eski din görüşleriyle karıştı. İslam dininin doğuşu karşısında eski dinlerinin zamanla sarsılacağını, İslam ordularının ilerlemesi, bazı doğu ülkelerini ele geçirmesi sonucu bağımsızlığını kaybedeceğini anlayan İranlılar İslamlığın içinde doğan ve gelişen bu görüşü eski din ve siyasetleriyle kaynaştırarak benimsediler. Bundan alevi inancının üç önemli dalından biri olan şii(şia) kolu doğdu. Alevi inancı bu ad altında İran’da hızla gelişti. Kısa bir süre içinde yeni bir mezhep niteliği kazandı. Bu inanca ruhun bedenden bedene geçişini (tenasuh) kabul eden hint inançları da İran etkisiyle karıştı. Alevi inançları bir yandan eski Anadolu’ya, bir yandan Hint ve İran’a, bir yandan da İslam dininin doğup gelişmesini sağlayan arap ve Yahudi geleneklerine dayanır. Böylece, VII. yy. sonlarında doğan Alevilik VIII. ve IX. yy.larda kısa bir süre Sünniliğin ağır baskısı yüzünden pek yayılamadı. Ancak X., XI., XII., XIII. ve özellikle XV. ile XVI. yy.larda hızla gelişti; Anadolu, İran, Türkistan, Mısır, Yemen, Irak’ta yaygınlaştı ve edebiyat alanında önemli eserlerin yazılmasına yol açtı. XIV. ve XV. yy.larda, XVI. yy. başlarında Anadolu alevi düşüncesinin en çok geliştiği (İran’dan sonra) ülke oldu. Alevi inançları, Anadolu’da özellikle XIII. yy.dan sonra, daha çok halk tarafından tutuldu ve benimsendi.
Alevi inancının temel ilkeleri: Alevi inancına göre esas olan imamlıktır. İmamlık Tanrı’dan ve Hz. Muhammed’den sonra gelen en önemli makamdır. İmamlığın seçimle değil Tanrı buyruğuyla ve Hz. Muhammed soyundan gelen birine verilmesi şarttır. Ali’nin imamlığı tanrısaldır. İmamlık babadan oğula geçer, seçimle değil soy ile, verasetle ilgilidir. İmam, yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisi, Tanrı’ya en yakın kimsedir. Tanrı, Ali’de insan biçimine girdiği için ölümsüzdür. Sözleri, buyrukları tartışmasız geçerlik taşır. Bu bakımdan Tanrı’yı sevmek Ali’yi, Ali’yi sevmek Tanrı’yı sevmektir. Ali’yi sevmeyen Tanrı’yı, Tanrı’yı sevmeyen Ali’yi sevmiyor demektir. Ali’yi seveni sevmek, sevmeyeni sevmemek gerekir (tevella ve teberra). Ali’den sonra imamlık onun evladına geçmiştir. Gerçek imamlar on ikidir. İlk imam Ali, son imam onun torunu Mehdi’dir. Mehdi ölmemiştir, sırlara karışmış, günün birinde tanrısal bir buyrukla ortaya çıkıp görevine başlayacak, insanları doğru yola iletecek, kötülüklerden koruyacaktır. İmamlık makamı kutsaldır. İmam suç işlemez, eksik iş yapmaz, o her türlü suçtan, eksiklikten arınmıştır, masumdur. Bu yüzden imamın sözü bir bakıma tanrının sözüdür. Çünkü on iki imamın her birinin ayrı bir kutsallığı vardır. Değişik kollara ayrılan aleviler genellikle İslam dininin Kur’an ile bildirilen bütün ilkelerine, “sahih” saydıkları hadislere inanırlar. Tanrı’nın birliğini, Hz. Muhammed’in resullüğünü kabul ederler. Sünni mezheplerin hiç birine inanmazlar. Hz. Muhammed’in mezarını, imamların makamlarını ziyaret ederler. Bazı aleviler hacca gider, İslam dininin anlayışları, ibadet kuralları değişiktir. Gene bazı aleviler namaz kılar, oruç tutar. İnsanı tanrı ile bir sayan, arada ayrılık görmeyen, ruh göçüne inanan, kıyamete, ahrete inanmayan aleviler İslam dininin gerekli gördüğü ibadetlerin hiç birini yapmazlar. Bunlar alevi inançlarını, Ali-Allahi görüşünü, Mehdi efsanesini aşırılığa vardıran, beş duyu ile algılanan dünyanın dışında bir gerçek, maddenin ötesinde yaratıcı bir güç tanımayan alevilerdir. Aleviler kadın-erkek ayırımı yapmadan, içkili sazlı toplantılar düzenler. Ancak bu toplantılarda genel ahlak kurallarının dışına çıkılmaz. Bu konuda aleviler için ileri sürülen genel ahlak kurallarının dışında kalan davranışlar, koyu şeriatçıların ortaya attığı birer söylenti olmaktan öteye geçemez.
Alevi törenleri: Alevi adı altında toplanan Şiilik, Bektaşilik ve Kızılbaşlık gibi kolların özel törenleri, toplantıları vardır. Bu kolların hepsinde Hüseyin’in Kerbela’da öldürüldüğü 10 muharrem günü matem günüdür, kutsaldır. Şiiler o gün özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar. Kızılbaş ve Bektaşiler bu günün acısını duyar, çeker fakat dövünmezler. Alevi törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı ayini cem’dir. Bu tören Cuma günleri düzenlenir. Ayini cem’in küçüğüne “dernek” denir. Bu toplantılar sazlı-sözlü, içkili olur. Özel zikirler edilir. Töreni yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur. Ayrıca Cem ayininden başka “görgü ayini” canlardan birinin öbüründen şikâyet etmesi üzerine, bir tür sorguya çekme niteliğinde olan “sorgu ayini” düzenlenir. Bunda suçlu görülene, alevi inançları gereğince ceza uygulanır. Ancak bu töreni daha çok Bektaşiler düzenler. Nevruz hem bahar bayramı, hem de Ali’nin doğum günü olarak kabul edildiği için genellikle kutsal sayılır, o gün de özel törenler yapılır.
Alevilerde on iki imamın adına düzenlenen veya on iki sayısının taşıdığı özel öneme dayanan on iki hizmet vardır; pirlik, halifelik, mürşitlik, zakirlik, cemiyet başıcılık, nakibilik, hadimlik, çerağcılık, gözcülük, tarikatçılık, sakalık, ferraşlık. Bu hizmetlerin her birinin ayrı bir özellik ve önemi vardır. Hizmetler, görevlinin manevi derecesine, bilgi alanındaki yetkisine, tarikat içindeki mertebesine göre sıralanır. Törenlerde bu hizmetle görevli olanların ayrı işleri ve yerleri vardır. Alevilerde durumu elverişli olup hacca gidenler için Ali’yi ziyaret şarttır. Kâbe yerine yalnız Necef’te Ali’nin makamını ziyaret etmekle yetinen, sonra Kerbela, Kazimiye, Samerra ve Meşhed illerini, orada yatan alevi büyüklerini ziyaret eden de hacı sayılır.
Ali’ye bağlandığı için alevi sayılan bazı tarikatlarda, özellikle batıni bir nitelik taşıyanlarla saç , sakal, kaş, bıyık kesme anlamına gelen car-darb geleneği vardır.
Aleviliğin kolları: Bunların başında Şiilik, Bektaşilik ve Kızılbaşlık gelir. Zeydiye, Muteviliye, İsmailiye gibi, bazı inançları İslam dininin özüne aykırı olan mezhepler de alevidir. Hasan Sabbah tarafından kurulan ve sonradan Batıniye adını alan ihtilalci mezhebi de alevi sayanlar vardır. Aleviliğin Anadolu’da benimsenen kolu Bektaşilik ve Kızılbaşlık adlı kollarıdır. Bu kollar daha çok edebiyat (özellikle şiir ) aracılığıyla yayılmış ve gelişmiştir. Yunus Emre’den Pir Sultan Abdal’a gelen alevi şairlerin, özellikle halk diliyle Türkçe şiirler yazan Hatayi’nin (öl. 1524) bunda büyük etkisi olmuştur. Alevi inançları Anadolu’da olduğu gibi İran’da daha çok şairler tarafından geliştirilmiş, gene edebiyat aracılığıyla çevre ülkelere yayılmıştır.
Alevilerin büyük tanıdıkları yedi şair, Nesimi, Fuzuli, Hatai, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Yemini, Virani’dir. Bunlardan Nesimi ve Fuzuli dışındakiler tam batınidirler. Alevi-Bektaşi edebiyatı, Azmi(XVI. yy.), Kul Nesimi (XVII. yy.), Abdal (XVII. yy.), Kazak Abdal (XVII. yy.), Mir’ati (XIX. yy.) Türabi (XIX. yy.), Edip Harabi (XIX. yy.) gibi birçok şair yetiştirmiştir. Aralarında yetişen birçok da kadın şair vardır: Emine Mükerrem, Şaziye Şazi, Hürmüz Hanım, Şeref Bacı.”Erenler Nutku” sayılan bir kısım şiirler, başkalarının duymaması için gizlenmiştir. Alevilerin Büyük Buyruk’larına bazı nefesleri alınmış olan Pir Sultan Abdal’ın (XVI. yy.) Banaz köyündeki evi ve şairin Horasan’dan getirdiğine inanılan taş ve taşın yanındaki söğüt ağacı bugün bile ziyaret edilir. Alevilerin kendi inanç geleneklerini dibe getiren şiirlerde Hz. Ali’ye çok geniş yer verilir.
Yollarını müstakil bir din ve İslamiyetin esası sayan Aleviler, Peygamber, Ali, on iki imam ve Hacı Bektaş’ı kendi yorumcu ve düşünürleri sayarlar.
-->

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Büyü


Tabiat kanunlarına aykırı sonuçlar elde etmek iddiasında olanların başvurdukları gizli işlem ve davranışlara verilen genel ad.
Mumya büyüsü, büyülenmek istenen kimseyi temsil eden, mumdan bir insan heykelciğine veya hayvana yaralar açmak yoluyla uygulanır.
Ruhlar, şeytanlar v.b. gibi gizli güçlerin aracılığıyla etki yapmak amacını güden büyü, daha çok, aynı cinsten sebeplerin aynı sonuçları verdiğini ve parçanın üstündeki etkinin bütünün üstündeki etkiyle aynı şey olduğunu öne süren ilkel muhakeme tarzlarının ürünüdür. Büyü, bir kimseyi temsilen alınan bir şeyin üzerindeki işlemlerle o kimsenin kendisinin etkili olunabileceğine inanarak yapılan büyü çeşidinden (mumya büyüsü), bir kimsenin bedenine girmiş olduğuna inanılan şeytanı kovmak amacıyla yapılan şeytan kovma törenlerine kadar hep bu temellere dayanır. İsim, belirttiği nesnenin muadili sayılır, sözde bir büyüleme gücü olduğuna inanılırdı. Pek eski devirlerde büyünün önemi büyüktü. Bu yüzden de birçok beşeri kuruluşların menşeinde yer almıştır. Krallık kurumunun kökünde büyünün de yeri vardır. Tıpkı bunun gibi ilk hekimler de büyücüydü.
Mezopotamya’da
Keldaniler büyücülüğün ve kâhinliğin sırrını bilmekte ün yapmıştı. Gerçekten büyücüler Sümer-Akad medeniyetinden beri gelip geçmiş bütün bir büyücüler dizisinin mirasçılarıydı. Büyücüler Mezopotamya’nın din adamları sınıfındandılar. Eridu tanrısı Ea oğlu Babil tanrısı Marduk’un koruyuculuğu altında bulunuyor ve insanların çevrili olduğu düşman güçlerle mücadele etmekle uğraşıyorlardı. Birtakım büyücüler, büyünün karşı durmak zorunda olduğu pek çok kötülükle suçlandırılıyordu. Birçok şeytanla da, okuyup üflemek veya şeytan kovma törenleri düzenlemekle mücadele ediliyordu.
Mısır’da.
Mısırlılar caiz olan büyü ile caiz olmayan büyü ayırımı yaparlardı ve büyüyle, ölüm veya hayat konusunda etkili olabileceklerini, ruhlara başvurarak istediklerini elde edebileceklerini ve tabiatın güçlerini kendilerine bağımlı kılabileceklerini düşünüyorlardı. Bir bilime benzetilebilen ve meşru, yani caiz olan büyü, insanları zararlı hayvanlardan, hastalıklardan v.b.den korumak amacını güdüyordu. Bu büyü, okuyup üfleyerek veya muskalar yazarak ve belirli törenlerle yapılırdı. Ölüleri ululamanın kökü de yine büyüye dayanıyordu.
İbraniler’de.
Çok zaman yabancı halklardan duyulan korkunun yol açmış olduğu büyü uygulamalarından Tevrat’ta sık sık söz edilir: Ve Musa tunçtan bir yılan yaptı ve onu sırık üstüne koydu; ve vaki oldu ki, yılanın ısırdığı bir adam tunç yılana bakarsa yaşardı (Tevrat).
Hintliler’de.
Büyü veda dininin en gösterişli ve önemli törenlerinde yer alır. Bu törenlerde büyü uygulaması geceleri mırıltı halinde belli sözler söylenerek yapılırdı. Büyü için kullanılan araçlar da, çeşitli bitkiler, merhemler, ölülere ait eşya gibi şeylerdi. Aşk büyüleri, hastalıkların iyileşmesi ve şeytan kovmak için yapılan büyü ve uygulamalar büyük yer tutar. Yoga çileciliği birçok bakımdan veda büyücülüğüne benzer.
Yunan ve Roma’da.
Klasik eski çağ büyücülüğü sık sık yabancı tanrıların yardımına başvuruyordu. Ama Hekate yine de büyü tanrıçasıydı. Teselya büyücülerle doluydu. İlkel Roma dinine çok sayıda büyü uygulaması miras bırakmış olan Etrüskler için de durum bunun eşidir. Roma imparatorluğu devrinde, doğu, özellikle de Mısır ve keldani kaynaklı boş inançlar kendini göstermeğe başladı. Bunun üzerine birçok büyücü Roma’ya üşüştü. İmparatorlar, hizmetlerinden yararlanmakla birlikte, onlara kötü davranmaktan da geri kalmadılar. Tiberius, büyü yapmakla suçlanan azat edilmiş 4 000 köleyi Sardunya’ya sürdü. Apuleius, bir büyücülük suçlamasına karşı kendini savunmak zorunda kalmıştı.
Yahudi dininde.
XII. yy.da bir takım kabala’cılar, tılsımlar kullanan mistik bir akımın doğmasına yol açtılar. Doğu Avrupa’da hahamların mucize yapmak gücünde olduğuna inanılıyordu.
Müslümanlıkta.
İslam dini öncesi Arabistan’da büyü, müslümanlıktan önce geçerli bir takım uygulamalarla, arapların ilişkisi olan (museviler, iranlılar, yunanlılar gibi ) halklardan alınmış aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar, tütsüleme, tılsım ve muska, okuyup üflemek, yıldızlara bakarak geleceği söylemek, içine yerleştirilen sayılar yatay veya dikey olarak toplandığında hep aynı sayıyı veren büyülü kareler düzenlemek v.b. gibi uygulamalardı. Cinlere inanmak müslümanlıkta, cinlerin buyruk altına alınması anlamına gelen büyüye değer kazandırıyordu. Bu arada, büyü de, yapılması caiz olan büyü ile caiz olmayan büyü olarak ayrılmıştı. Yapılması caiz olan büyü, Tanrıya yakararak cinlere hükmetmek, caiz olmayan (şeytan işi) büyü ise aynı şeyi Tanrının hoş görmediği yollardan yapmaktı. Hz. Muhammed,  muska kullanılmasına veya nazara, yılan zehirine ve genel olarak hastalıklara karşı okuyup üflemeye izin veriyordu. Sayıların ve harflerin gizli değerlerinden yararlanarak geleceği okumak ve harflerin gizli değerlerinden yararlanarak geleceği okumak demek olan cifr, bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.
Ortaçağ ve Yeniçağ Avrupası’nda.
Kilise büyüye karşı çıktı ve büyü müslümanlıkla museviliğe sığındı. Gerçekte ise, hırıstiyanlık, önceki gelenekleri ortadan kaldırmaksızın birçok yeni boş inançlar yaratmıştır. XIII. yy.dan başlayarak, kadın ve erkek büyücülerin yaptıkları gizli ve kötü büyüler artmağa başladı ve büyücülere özellikle XVI. yy.da yapılan işkencelere yol açtı. O devirde her yanda büyüye rastlanıyordu. (Cehennem ve şeytan korkusu), İtalya, Rönesans’ta, büyüye sık rastlanan bir ülkeydi ve bunun izlerini uzun zaman taşıdı. XVIII. yy.dan itibaren ise Tanrıya inançsızlık ve akılcılık o kadar gelişti ki, sonunda artık yalnız (muska taşımak gibi pek sınırlı çevrelerde rastlanan ve ne pek önemi ne de büyük bir değeri olan) bazı genel ve çok zaman bir eğlence olarak alınan gizli uygulamalar kaldı.
Büyü, tabiat olaylarının cereyanıyla ilgili konularda yer aldığı zaman büyü töreni büyük bir önem kazanır ve en başta da tabiatüstü dünya ile bağ kurmayı sağlayan bazı uygulamalara dayanır. Niteliği son derece izafidir. Mesela ilkel hekimliğin bazı uygulamaları büyü uygulaması gibi görünebilir. Buna karşılık bazı modern teknikler de ilkel insanlara büyü uygulaması gibi gelir, çünkü onları ancak işin içine bazı tabiatüstü olayları katarak anlayabilirler. Gerçekten, bir yöntem artık alışılmış duruma gelince büyüyle ilgisi kalmaz; sadece basit bir boş inanç olur. Buna karşılık bütün bir mistik anlayış henüz canlılığını sürdürüyor ve birtakım törenlerde bulunuyorsa söz konusu olan elbette ki büyüdür. Öte yandan, büyü ile din çok zaman birbirlerine yol açarlar. Müslümanlar Kur’an surelerinden muskalar taşır. Hırıstiyanlarda da, büyü niteliği taşıyan birçok uygulamalara izin verilmiştir. Uygulamanın iyilik veya kötülük amacına dönük olmasına göre bir iyi büyü veya kötü büyü ayırımı yapılır. Büyü törenleri başlıca iki bölüme ayrılır: Taklit yoluyla yapılan büyü törenleri ve bulaştırma yoluyla yapılan büyü törenleri. Bu büyülerin ilki için yapılan törende, bazı yerlerdeki yağmur dualarında su serpilmesi gibi, büyüyle elde edilmek istenen olaya benzer davranışlar yer alır. Bulaştırma yoluyla yapılan büyü törenlerindeyse, belli bir kimseyi hedef alan bu büyüyü yapmak için büyücünün elinde o kimsenin gövdesinin (saç, tırnak parçası v.b. gibi ) bir parçasının veya herhangi bir biçimde kullanacağı bir şeyin bulunması gereklidir. Büyü, kendine büyü yapılan kimsenin üstündeki etkisini bu nesnenin aracılığıyla gösterir. Bununla birlikte bu iki çeşit törenin çok zaman birbirine karıştığı görülür ki o zaman da ortaya gerçek bir büyü mutfağı çıkar ve törenin garipliğini pekiştiren bir biçimde, en akla gelmez karışımların meydana getirildiği görülür. Büyü töreni için seçilen yer, çok zaman, mezarlıklar gibi insanda ürküntü uyandıran köşelerdir. Kullanılacak maddenin bulunması ve büyüde işe yarayacak durumda olması da birçok güç şartın yerine getirilmesine bağımlı kılınmıştır. Kullanılan maddeler, birtakım zehirler ve uyuşturucular, dışkılar, kadavra parçaları, kan ve cinsiyetle ilgili her çeşitten nesnelerdir. Bütün bu malzemenin ortak yanı bunların garip şeyler olmasıdır. Ama bunun yanı sıra bir de, dinle ilgili törenlerde kullanılması yasaklanmış ve kirli şeyler olmaları vardır. Ayrıca, büyü sırasında söylenen sözler de törenin bile bile garip bir görünüşe sokulmuş olan havasını daha da ağırlaştırır. Bu sözler ancak anlaşılabilir bir biçimde telaffuz edilir ve çok zaman da, ruhların diliyle söylenen sözlermiş gibi anlamları olmayan heceler biçimindedir. Büyü törenleri çok zaman aklın normal işleyişini bozan mistik gösterilere bağlıdır. Kimi zaman da her çeşitten düzensizliklerle birlikte olur. Ama bu durumda, büyünün alışılagelmiş amacı artık aşılmış gibidir. Büyü törenlerinin amacı, esas olarak, uğur getirmek, aşk iksirleri yapmak, muska yazmak ve kaderi yenmek gibi konulardır.
Büyü adı altında yapılan işlemler genellikle şu amaçlarla uygulanır : 1.iki kişiyi birbirinden ayırma; kadını kocasından veya erkeği karısından, anayı oğlundan, kardeşi kardeşinden soğutmak için; 2. İki kişiyi birbirine sevdirme veya daha ileri gidilerek, şahıslardan birini iradesini yok edecek şekilde diğerine tabi kılmak ; 3. İnsanın bazı kabiliyet ve kuvvetlerini felce uğratmak. Buna bağlama adı verilir. Erkeğin cinsel kudretini yok etmek, dilini bağlamak, yani konuşma kabiliyetini ortadan kaldırmak, uykusunu bağlamak, gibi çeşitleri vardır; 4.Genel olarak bir insana kötülük etmek, hasta etmek, sakatlamak, öldürmek, malına mülküne zarar vermek deli etmek v.b.; 5.Büyüyü bozmak için karşı büyü yapmak, yani büyüden kurtulmak ve daha genel olarak herhangi bir kötülükten ve tehlikeden korunmak amacıyla yapılan işlemler de büyü çeşitlerindendir.
-->

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Hinduizm (Brahmancılık)


Hindistan’ın dini ve sosyal rejimi. Veda’cılığın devamıdır.
Hindistan’ın, daha doğrusu Arya’lar tarafından fethedildikten sonraki çerçeve içinde ele alınan Hindistan’ın öz dini Brahman’cılıktır. Hindistan’da doğan Buddha’cılık, Caynacı’lık gibi diğer dinler ancak Brahman’cılığın bir reformu veya buna bir tepki gibi gözükür; Brahman’cılığın esaslarını da kabullenir; Brahmana’lar ve Upanisad’’lardan başlayarak (M.Ö. 800-600  ?) Brahman rahipler kastının eğemenliği ağırlığını duyurdu. Ayinciliğin ağır bastığı Veda’lar dininde rastlanmayan metafizik endişeler belirmeğe başladı. Milattan itibaren Veda’lar öncesinden veya düpedüz halktan gelen birçok inancın ve tapınmanın karışımı destanlar yoluyla yavaş yavaş Brahman’cılık sistemi içine girdi. Bunların yanı sıra felsefe sistemleri (darçana’lar ) kuruldu. Önce ağızdan ağza aktarılan, sonra temel kurallar (sutra) halinde yazıya geçen bu kuralların yorumları (bhaşya), bazıları ismen bilinen, bazıları bilinmeyen kimselerce yapıldı. Bu sistemler üstüne bitmez tükenmez bir edebiyat yaratıldı, aşağı yukarı II. yy.dan çağımıza kadar pek çok eser yazıldı. Bu çerçeve içinde yeni fikirler günümüzde de geliştirile gelmektedir. Hintli ünlü fikir adamları bu darçana’lardan ya birine ya ötekine bağlılıklarını açıklamışlardır. Darçana’larda çok çeşitli görüşler belirtilir. Bunları iki ana akım çevresinde toplamak mümkündür: biri gelenekçi akım, öbürü tanrıcı akım. Gerçekten, hint düşüncesine vergi birtakım varsayım ve kurgular ile panteizmin ve ayinciliğin yanı sıra bir sevgi doktrini sayılan bhakti de Hindistan’ı her kişi için ayrı ve tek bir Tanrı kavramına götürmüştür. Çağdaş hint düşünceleri bu sonuncu eğilimin ve daha birçok etkenin zoruyla inanç hoşgörüsüne dayanan bir dünya dini kurmağa çalıştılar. Brahman’cılık, Buddha’cılıkla beraber, gene de güneydoğu Asya’ya kadar Hindistan dışına taştı, diğer ülkelerde de hükümdarlık kavramı ile kaynaşarak yer yer bir devlet dini haline girdi.
Brahman’cılığın sayısız tanrıları vardır, ama en önemlileri birkaç tanedir. Öteki tanrılar onların uyduları gibidir. Tanrılar (deva) arasında bir büyüklük sırası bulunur. Brahman’cılık geliştikçe bu tanrılardan üçü ayrı bir üstünlük kazandı: Brahma, Vişnu, Şiva. Dişi tanrı enerjiyi (Şakti) temsil eder (Şakti’den Şakti’cilik doğdu ). Tanrılar arasında çeşitli akrabalıklar vardır. Birçokları da birbiriyle kaynaşır: en önemlileri Harihara (Şiva ile Vişnu) ve Ardhanari’dir (Şiva ile Şakti’si ). Tanrılar da tıpkı insanlar gibi davranırlar. Ruh göçümünden kendilerini kurtaramazlar, bugünkü dünyada onlar da er geç öleceklerdir. Çok etraflı bir ikonografya sayesinde hepsini özellikleriyle tanırız. Bunlar, kutsal binekler (Vahana) veya hayvan bedeninin bir parçası veya uzuvları gibi (dört, sekiz kol, birkaç kafa v.b.) birtakım özelliklerdir. Gökyüzünde veya ulaşılmaz bir dağın doruğunda (Kailasa, Meru) otururlar. Bölgesel inanışlar, tapınmalar köy ve ev tanrılarına yönelir. Kahramanlar, evliyalar, bilgeler tanrılaştırılmıştır. Tanrılaştırılan hayvanlar da vardır (inek, at, yılan v.b.) Bazı bitkiler de kutsal sayılmıştır. Dinin alt tabakalarında ağaca tapma (özellikle incir ağacına) çok yaygındır.
Veda’ların karışık çok tanrıcılığı mezheplere bölünme çağlarında bir düzene girer ve yüce bir ilkeyi hâkim kılmağa yani tek tanrıcılığa dönüşmeğe yönelir. İnançların ve ibadetlerin temelindeki efsanevi tanrı kalıbının şu veya bu adı taşıması filozoflar için önemsizdir. Esas amaç tanrısallığı gerçekleştirebilmektedir. Bu da kurtuluş (mokşa) demektir. Mokşa’ya sayısız yollardan geçilerek varılır, ama bunları belli başlı iki ana yolda toplamak mümkündür: beden ve ruh çiledi (yoga), ve mistik temaşa (bhakti). Bu araştırmaların Bilgi’ye (jnana) açılır. Bu araştırmaların doğurduğu ve 4 000 yıla yayılan bir edebiyat, Tanrı kavramına, insanlık tarihinde rastlanan en güçlü yöneliştir.
Ayinler, mezheplere göre düzenlenmiştir. Bu yüzden çok çeşitli ayin vardır. Tapınma bakımından en belirgin olay puja, yani yüceltmedir. Puja, daha eski kurban törenlerinin yerini almıştır. Özel ibadet her gün aile reisi veya ev rahibi tarafından yapılır. Genel törenler tapınakta rahiplerce yönetilir. Bu tören sırasında heykele çiçekler sunulur, heykel yıkanır, giydirilir, süslenir, tütsülenir. Dua, Veda’lardan beri kutsal sayılan bir işlemdir. Duanın belirli durumlara göre kesin olan kurallara aynen uyularak okunması çok önemlidir. Kutsal deyişler ve hitap’lar(mantra), tantrizm’in etkisiyle dualar arasına girdi. Dualar ve mantra’ların her birine om hecesinin şeklen söylenmesi ile başlanır. Bu hece Upanişad’lardan beri tanrılaştırılmıştır. Bunlara kutsal diyagramların (yantra) icrası eklenir. Yantra, tanrı görüntüsünün doğrudan doğruya yansımasıdır. Ayinlerde vücut hareketleri (mudra ) Brahmana’lardan bu yana şekilve anlam bakımından kesince belirlenmiştir. Ayrıca ibadetle ilgili eşyalar da kullanılır: çanaklar, testiler, ayna, lambalar, sedef borular (çankha), çanlar(ghanta) v.b. Brahman dini mensuplarının hayatını başından sonuna kadar resmi ayinler doldurur. Halk bayramlarında çok büyük kalabalıklar çeşitli yerlere hacca giderler veya tapınaklarda toplanırlar. Bir tapınağın kuruluşu ise başlı başına bir ayin düzenidir. Ayrıca da, tanrı suretinde bir heykelin yapımını ve yerine konmasını gerektirir.
Buddha’cı sanattan daha sonra ortaya çıkan Brahman sanatı Hindistan’da ve Güneydoğu Asya’da muhteşem eserler yaratmıştır.
-->

29 Haziran 2013 Cumartesi

Ludwig van Beethoven


Alman bestecisi (Bonn 1770-Viyana 1827). XVIII. yy. bestecilerinin çoğu gibi, müzikçi bir ailenin çocuğudur. Flaman asıllı büyük babası (1712-1773), 1773’ten sonra Bonn’a yerleşti ve Seçici Prenslik kilisesinin müzik yöneticisi oldu. Babası Johann(1740 ?-1792) aynı kilisede tenordu. 1767’de Maria Magdalena Keverich ile evlendi ve yedi çocukları oldu, bunlardan yalnız üçü yaşadı; Ludwig, Kaspar’ın oğlu Karl, Ludwig’in vasiliğine verildi ve bu besteci için sürekli bir dert konusu oldu.
Beethoven müziğe yatkınlığını çok küçük yaşta gösterdi. Babası onun bu yeteneğinden yararlanarak Mozart gibi bir harika çocuk yaratmaya heveslendi, ama başaramadı. Beethoven’in kendinden söz ettirebilmesi için ilk gençlik yıllarını beklemek gerekti. Çalışmalarına çocuk yaşta Christian Neefe ile başladı. Ondan müziğin temel öğelerini, piyano ve keman çalmayı öğrendi, besteleme konusunda ilk bilgilerini aldı. Karl Philipp Emmanuel Bach ve Johann Sebastian Bach’ın sanatını inceledi. 1782’de orgcu, 1783’te orkestra klavsencisi olarak Neefe’nin yerine geçti. Basılan ilk eseri, Dresler’in bir marşı üstüne klavsen için çeşitlemeler’dir (1782). Bonn’da incelediği besteciler ve okullar arasında Caldara, Pergolesi, Haydn, viyanalı ve fransız ustalar, fransız ve italyan komik operaları yer alır. 1787’de, gösterdiği başarı ve ilerlemeden dolayı, Köln başpiskoposu Maximilian Franz tarafından Viyana’ya gönderildi. Mozart ile çalışması öngörülüyordu. Büyük ustanın Beethoven’i çok beğendiği ve bu genç bir gün bütün dünyada kendinden söz ettirecek dediği söylenir. Ancak, Beethoven Viyana’da çok kalmadı ve ölüm döşeğindeki annesinin yanına, Bonn’a döndü. Babası kendini içkiye vermiş, ailenin mali durumu bozulmuştu. Kardeşlerinin geçimi Ludwig’in omuzlarına yüklendi. Yine de eğitimini ihmal etmedi; 1789’da üniversiteye yazıldı. Bu dönemde Bonn, ileri fikirli Maximillian Franz’ın başpiskopos olmasıyla büyük bir kültür merkezi haline gelmiş, Lessing, Goethe, Schiller gibi büyük alman yazarlarından etkilenen sanat çevrelerinde müzik çalışmaları yoğunlaşmıştı. Avusturya ile Prusya arasındaki savaşlar Mannheim orkestrasını dağıtmış, modern orkestranın beşiği olan bu kentin sanat ortamı Bonn’da sürdürülmüştü. Beethoven, Breuning ailesiyle kurduğu ilişkilerden çok yararlandı. Bu yıllarda bestelediği eserlerde eski gücünü yitiren Mannheim okulunun özentiye kaçan üslubu görülür. 1792 Başında fransız orduları Ren kıyılarını istila ederken, Beethoven de bir daha dönmemek üzere Bonn’dan ayrıldı. Haydn ile çalışmak için Viyana’ya gitti. Haydn Londra’dan dönüşünde genç meslektaşının birkaç eserini okumuştu. Beethoven, Haydn’dan aldığı derslerle yetinmedi, Albrechtsberger ile kontrapunto, Salieri ile de insan sesi için besteleme yöntemleri üstüne çalışmalar yaptı. O yıllarda Viyana’da müzik her şeyden önce geliyordu. Soylular siyaseti tehlikeli ve güvenilmez bir uğraş olarak görüyorlar, kendilerini müziğe adıyorlardı. Birçoğu hem beste yapıyor, hemde çağlı çalmakta profesyonel ölçülere ulaşıyordu. Bu ortamda Mozart’ın ölümüyle boşalan yere Beethoven’ın geçmesi doğaldı. Nitekim kont Waldstein, Baron Van Swieten, prens Karl Lichnowsky  Beethoven’ı hemen benimsediler. Genç sanatçı piyano virtüozu olarak büyük ün yaptı. Halk karşısında ilk kez 1795’te çaldı. Programında Mozart’ın bir eseri ve kendi 2. Piyano konçertosu yer alıyordu. 1796’da Nürnberg, Prag ve Dresden’de konserler verdi, Berlin’de Friedrich Wilhelm II’nin karşısında çaldı. Sonra, uluslararası siyasal durumun değişmesi üzerine turneye çıkmaktan vazgeçti ve Viyana’dan pek az ayrıldı.
Beethoven hiç evlenmedi, ama zaman zaman evlenmeyi düşündü.1801’de arkadaşı Wegeler’e yazdığı bir mektupta sevdiği ve kendini seven bir kızdan söz eder. Bu sevgilin, öğrencisi Giulietta Guicciardi olduğu sanılır. Ay ışığı adıyla tanınan sanatını Giulietta’ya adamıştır. Fakat genç kadın 1803’te kont Gallenberg ile evlendi. Beethoven’ın daha sonra Giulietta’nın yeğeni Josephine ‘e de evlenme teklifi ettiği, ama kendi kararsızlığı ve kızın ailesinin baskısı sonucu evlenemedikleri bilinir. Öldüğü zaman çekmecesinde bulunan aşk mektuplarının kime ait olduğu anlaşılamamıştır. Yaşamı boyunca kuşkulu ve bağımsızdı. 1800’de başlayan sağırlık belirtileri, bu bağımsızlığı insanlardan kaçma şekline soktu, ruhsal durumu arada sırada öfkeli patlamalara yol açtı. Sağırlık başlangıcına rağmen, 1802’ye kadar konserlerde ve soylu evlerinde çalmaya, başka virtüozlarla boy ölçüşmeye devam etti. 1802’de rahatsızlığın geçmeyeceğini ve artacağını anladı. Çektiği sıkıntı, yazı geçirdiği Heiligenstadt’tan kardeşlerine yazdığı Heligenstadt vasiyetnamesi’nde acı bir çığlık gibi yükselir. İntihar etmeyi aklına koymuştu, ama durumunu şöyle açıkladı: yalnız sanat alakoydu beni, yaratmam gerektiğine inandığım her şeyi meydana getirmeden ölmeyi göze alamadım. 1819’a kadar biraz işitiyordu, ama bu kadarı piyano çalmasına yetmedi. 1819’da tamamen sağır oldu. Çevresindekilerle ancak yazıyla anlaşabiliyordu. Bütün gücünü bestelemeye verdi. Yazılarını Viyana yakınlarındaki Mödling, Baden, Hetzendorf, Grinzing gibi köylerde geçiriyor, kırlarda yaptığı uzun yürüyüşler ona esin kaynağı oluyordu. Tuttuğu müsvedde defterlerinde birkaç esere birden başladığı ve bunları tamamlamakta acele etmediği görülür.
Beethoven, çağdaşlarının aksine, eserlerinin yayımlanmasından önemli bir gelir sağladı. Viyanalı soylular da kendisine aylık bağladı. Son yılları yeğeninin uyandırdığı hayal kırıklıkları ve sıkıntılar, sağırlığının yol açtığı üzüntülerle geçti. Zafere yavaş, yavaş ulaştı, ama son eserlerindeki kapalılık, onları çağdaşlarınca anlaşılmaz duruma soktu. Sadık ve vefalı dostları oldu, bunlar arasında Brunaswick ailesi, öğrencisi arşidük Rudolf, prens Lichnowsky, kemancı Schuppanzigh, sonraları biyografisini yazan orkestra şefi Schindler başta gelir. Beethoven, yeğeni Karl’ın intihar teşebbüsünün de etkisiyle, 26 Mart 1827’de Viyana’da sirozdan öldü. Cenazesini 20 000 kişi izledi.
Birçok eleştirmenci Beethoven’ın eserleri için S.de Lenz’in ortaya attığı üçlü ayrımı benimser. Ama bir dönemden öbürüne geçiş, ancak yaklaşık olarak belirlenebilir. Birinci dönemde Haydn ve Mozart’ın etkisi görülür. Ama üslüp benzetmesi özgür bir yolda ilerler, yazı, bestecinin, kişiliğini yansıtır. Beethoven, diğer çağdaşları gibi halk müziğinin etkisinde kalmıştır. Eserlerinde Ren kıyılarına özgü dans ritimlerinin, italyan, fransız, islav, hatta kelt halk havalarının izleri görülür. 1790’da bestelediği Waldstein balesinde ve ilk lied’leriyle koro parçalarında bu ritimlere sık sık rastlanır.
İkinci dönem çalgı ve orkestra araştırmalarıyla nitelenir. Piyano üslübu orkestraya yaklaşır, biçim gelenekseldir. Tek gerçek yenilik, senfonilerde minuetto’nun yerini scherzo’nun almasıdır. Scherzo daha dinamik, fanteziye daha elverişli bir bölümdür. Kahramanlık Senfonisi (Sinfonia Eroica) ve Pastoral Senfoni’de programlı müzik eğilimi görülebilir, ama bu eserlerde yalnız düşünce ve duyguların anlatımı yer alır. Beethoven, geleneksel kalıplar içinde dramatik etkiler yaratmaya çalışır. Bu üslübun temeli, Mozart’ın ritimli bir tema ile melodik bir tema arasındaki çatışmayı yansıtan son senfonilerinde yatar.
Üçüncü dönemde biçim daha özgürdür, çoğu zaman eski süt biçimini akla getirir. Özellikle, dramatik diyalektik kişiye özgü veya soyut bir nitelik kazanır. Re majör Missa solemnis (1823), dokuzuncu senfoni (1823) veya op. 106 gibi eserler anıtsaldır. Bu eserler klasik üslübun ulaştığı sınırı ve kendini aşma yolunda gösterdiği gelişimi yansıtır.
 Beethoven’ın yetişmesi ve anlayışı tümüyle klasiktir. Sağlığında Weber ve Schubert’te görülen, sonraları Schumann ve Mendelssohn’la gelişen romantik alman anlayışı, onda bulunmaz. Beethoven’ı Haydn gibi klasiklerden ayıran özellik, liberal ve demokratik akımdan etkilenmesidir. (Mehul ve Cherubini’ye hayrandır.) Onunla birlikte, müzik bir soylular eğlencesi olmaktan çıkar; insanlığın tümüne seslenir (Fidelio’nun ve dokuzuncu senfoninin finalleri). Romantikler, bazı çalgı tınılarını anlatım yolunda kullanmasına dayanarak Beethoven’e sahip çıkmak isterler. Oysa doğayı, bir sahneyi veya anıyı fantastik biçimde yorumlayan romantik eğilim Beethoven’ın sanatından çok uzaktır.
Beethoven, o zamana kadar edebiyat ve resimden daha az önem taşıyan müziğe gerekli yerin verilmesini sağladı. Müzikte de, çalgı müziğini ses müziğinin egemenliğinden kurtardı. Beethoven, solo ve ses için beste yapmakta başarılı olmamış, ama koroyu ustalıkla kullanmıştır. Solo sesi kullanmakta güçlük çekmesi, insan hançeresinin sınırlarını düşünerek çalışmasını engellemiş ve bu yolla salt çalgısal düşünceden yola çıkması sanatına katkıda bulunmuştur.
Beethoven’ın müziği, klasik üslübun bitiş noktasında yer alır. Wagner Beethoven’ı kendi öncüsü sayarken, aralarında anacak kavram birliği olduğunu savunabilmiştir.
Ses eserleri
Birçok lied, arya, koro ve kanon (1782-1826). An die Ferne Celiebte (Uzaktaki Sevgiliye) lied dizisi (Jeitteles, 1816). B.kantatlar: İmparator Joseph II’nin ölümü Üstüne, İmparator Leopold II’nin Tahta Çıkması Üstüne (1790); Zafer Anı (1814). C.Oratoryo: Christus am Ölberge (İsa Zeytin Dağında) [1803]; missalar: solocular, koro ve orkestra için do majör (1807); solocular, koro ve orkestra için re majör Missa Solemnis (1823).
Çalgı eserleri
A.Piyano: sonatlar,24 (1792-1804). 3(1809), 2(1814-1818), 3(1820-1822); Orijinal bir tema üzerine 32 çeşitleme (802); Diabelli’nin bir valsi üzerine 33 çeşitleme (1823). B.Oda müziği: piyano ve keman için sonatlar: 3 (1798), 6 (1801-1803). 1 (1812); piyano ve viyolonsel için sonatlar: 2 (1796), 1 (1808), 2 (1815)
Sahne eserleri
A.Prometheus’un Yaratıkları (Die Geschöple des Prometheus), bale (1801); Fidelio, opera: 3 düzenleme (1805, 1806, 1814); 4 uvertür, üç tanesi Leonore (1805-1806) ve bir tanesi Fidelio (1814) başlıklı. B.Uvertürler ve sahne müzikleri: Coriolonus (1807), Egmont (1810), Atina Harabeleri, Kral Stephan (1811), İmparatorun Bayramı için (1814), Josephstadt Tiyatrosunun Açılışı için (1824).
-->

21 Haziran 2013 Cuma

Akalar veya Akhalar

Ahaylar ve mikenler de denir. En eski yunan kavimlerinden. M.Ö. II.bin yıl başlarındaki akınlarıyla Yunan yarımadasında hayat şartlarını alt üst ettiler. Kuzeyden gelerek Peleponnes’te Argolis bölgesine yerleştiler. M.Ö 1600-1400 arasında aka mimarisinin şaheserleridir. Özellikle mezarlarda ele geçirilen altın maskeler, kaplar ve bronz silahlar anılmağa değer. Akalar, denizciliğe başladıktan sonra Girit’e geçerek burada ticaret kolonileri kurdular. Anadolu (Miletos, Halikarnassos, Selçuk), Rodos ve Kıbrıs ile ticaret yaptılar. Hititler ile temasa geçtiler, Filistin ile Sicilya’da ticaret acenteleri kurdular. Agamemnon idaresindeki aka orduları Karadeniz ticaretini ele geçirmek için Çanakkale boğazına yaptıkları akınlarla kuşattıkları Truva’yı yıktılar. M.Ö. II.binyıl sonlarında, teknik bakımdan demir silahların bronza üstünlüğü, Dorların Aka devletini kolayca yenmelerini sağladı.

19 Haziran 2013 Çarşamba

Afrika Misk Kedisi


Vücudu ince uzun bir Afrika etçil memeli hayvanı.(bilimsel adı: vivera civetta)
Misk kedileri orta boydadır, vücutları ince ve uzundur; bedenleri siyah denecek kadar koyu renkli ve lir telleri biçiminde beyaz çizgilerle beneklidir. Bu hayvanlar Eski Dünya’nın (Avrupa, Asya, Afrika) en sıcak bölgelerinde yaşarlar. Tek Afrika türü (Vivera civetta) birçok çeşitleriyle (V. Orientalis, V.Portmanni v.b.) sahranın bütün güney bölgelerinde pek yaygındır. Bu cins, misk kedisigiller için örnek hayvan sayılır.

-->

17 Haziran 2013 Pazartesi

Agamemnon

Mykenai ve Argos’un efsanevi kralı, Atreus’un oğlu ve Menelaos’un kardeşi, Helena’nın kızkardeşi Klitaimnestra ile evlendi ve ondan üç çocuğu oldu: İphigeneia, Elektra ve Orestes, Akhaların Truva’ya karşı yaptıkları savaşta ordu kumandanlığını yaptı. Agamemnon Akha donanmasını Aiulis’te topladı, fakat denizin durgunluğu donanmanın yola çıkmasına engel oluyordu. Büyücü Kalkhas, Artemis’in Agamemnon’a kızdığını ve kızı İphigeneia’yı kurban etmesini bildirdi. Bunun üzerine Agamemnon kızını kurban etmek için hazırlıklara giriştiyse de tanrıça genç kıza acıyarak yerine bir geyik koydu. Geyik kurban edilince denizdeki durgunluk geçti ve donanma sefere çıkabildi. Truva yenilince, ganimet olarak payına Kassandra düştü, on yıl uzak kaldıktan sonra yurduna döndü. Orada Klitaimnestra ve âşığı Aigisthos tarafından katledildi.
Agamemnon, Aiskhylos’un trajedisi, Orestia*nın (M.Ö.458 ) birinci bölümü, Truva savaşından dönen Agamemnon Argos’a gelir. Karısı Klitaimnestra, korkunç bir manaya da çekilebilecek tatlı sözlerle onu karşılar. Agamemnon saraya girdiği sırada, Apollon’dan kehanet kudretini alan kölesi, Truvalı Kassandra, bu lanetli ailenin geçmişteki ve gelecekteki kötülüklerini sayıp döker. Sonra o da saraya girer. Argos ihtiyarlarından kurulu koro, acz ve ıstırap içinde, öldürülen kralın çığlıklarını işitir. Sarayın kapısı açılır, Agamemnon ile Kassandra’nın cesetleri görülür. Hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmayacağını unutan Klitaimnestra ise, işlediği bu çifte cinayetle övünür.

-->

15 Haziran 2013 Cumartesi

Afrodit

Aşk ve güzellik tanrıçası. Mitolojide sözü en çok edilmiş tanrıçalardan biridir. Homeros, Afrodit’i, Zeus ile Dione’nin kızı olarak tanıtır. Bazılarına göreyse, deniz dalgalarının köpüklerinden doğmuştur. Bundan dolayı da su yüzüne çıkan anlamına gelen Kıbrıslı adını alır. Sevgilisi Ares’tir. Buna rağmen Afrodit, Adonis’e âşıktır. Afrodit ile beraber görülen Eros Harp tanrısı Ares’ten olan çocuğudur. Aşk tanrıçasının insanları birbirine aşık eden bu çocuğu, sevimli yüzü, ufacık kanatları, gerilmiş yayı ve atmak üzere olduğu okuyla tanınır. Afrodit, Olimpos dağının tepesindeki tanrılar toplantısına etrafındaki kalabalık grubuyla giderdi. Bu şekil yürümeleri, daha sonraki devirlerde yerini Afrodit adına tertiplenen şenlik ve festivallere bırakmıştır. Gerek Yunanistan ve İtalya’da gerekse Anodolu’da Afrodit’e olan inanç ve sevgi bir mezhep haline gelmiş, adına şehirler kurulmuştur.

13 Haziran 2013 Perşembe

Ağustos böceği


Bitkilerin besisuyunu emerek içen, erkeği sesli bir organ taşıyan iri böcek.
Ağustosböcekleri kısa bedenlidir, kanatları tamamen zar halindedir. Karın bölgesinin alt kısmında yer alan ses organları açık renkte geniş kapakçıklarla korunur. Erkekleri günün en sıcak saatlerinde keskin ve monoton bir ses çıkarır. Larvaları, bitki köklerinin özsuyunu emerek toprakta yaşar. Tropik bölgelerde Ağustosböceklerinin sayılamayacak kadar çok türleri vardır. Amerika Birleşik devletlerinin bazı çevrelerinde gelişimi on yedi yıl süren bir Cicada septemdecim türü yaşar. Bu cins, eşkanatlı böcekler arasında yer alır ve ağustosböcekleri familyasının örnek hayvanı sayılır.
-->

11 Haziran 2013 Salı

Ahtapot


Kabuksuz kafadanbacaklılar’dan, üzerine vantuzlar (çekmen) bulunan sekiz eşit ayaklı deniz hayvanı (Octopodidae  familyasından).
Ahtapotlar, octopodidae familyasının örneği olan octopus cinsindendir. Bu cinsin çeşitli türlerine bütün denizlerde rastlanır. Bazılarının boyu 2 m yi bulur. En çok rastlanan cinsi Octopus vulgaris, yengeç, istakoz, midye ve istiridyelerle beslenir. Bunları, vantuzlu uzun kollarıyla yakalar, sarmalar ve kıvrık bir gagayı andıran çenesiyle parçalar. Bir kabuklunun aralık duran iki kabuğu arasına, kapanmasın diye bir taş oturtup içindeki yumuşakçayı yiyenler bile görülmüştür. Tükürük bezlerinin salgısında kuvvetli bir zehir vardır; kurbanlarına bu zehri akıtır. Ahtapot’un eti, taze veya güneşte kurutulmuş olarak yenir. Açık denizde zoka ile, kaya oyuklarında kanca ile avlanır.

9 Haziran 2013 Pazar

Bektaşilik



Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu kabul edilen tarikat.
Bektaşilik, melâmetten doğmuş tarikatlardandı. Mürşit olarak Hz. Muhammed’i rehber olarak Hz. Ali’yi ve pir olarak Hacı Bektaş Veli’yi tanıyan ve tamamen Bâtıni olan tarikattır. On iki esas tarikattan biri olan Bektaşiliğin, XIII. yy. da Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş Veli (1210-1271) tarafından kurulduğu kabul edilir. Fakat Hacı Bektaş’ın doğrudan doğruya tarikat kurucusu olduğunu gösteren kesin belgeler yoktur. Mevlana’nın çağdaşı olan Hacı Bektaş, Selçuklular aleyhindeki büyük bir isyanın başına geçip sonunda Amasya’da asılan Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’a mensuptu. Hacı Bektaş, babailerdendi (veya babalılardan) ve Vefaiyye tarikatındandı. Babai isyanının Selçuklular tarafından kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra Hacı Bektaş, sağ kalan Babaileri çevresine topladı ve daha sonra Bektaşilik diye anılacak olan yeni bir tarikatın esasını meydana getirmeğe çalıştı. Kendisine uyanlara da Bektaşiler veya Bektaşlılar denildi ve sonradan tarikatın sağlam temeller üzerine kuruluşunda bunun büyük bir etkisi oldu. Aslında bir Babai halifesi olan Hacı Bektaş’ın yaşadığı devirdeki Babailere veya ilk Bektaşilere ait fazla bilgi yoktur. Bektaşi erkânını anlatan ve Erkânnâme adı verilen risalelerin en eskisi ancak XVI. yy.a aittir. Hacı Bektaş Veli’nin Makalât adlı arapça eseri henüz ele geçmiş değildir. Fakat XIV.yy.a ait bulunan ve kimin olduğu bilinmeyen bir eserde Makalât özetlenmekte ve hırka, sakalık erkânı, miyanbestelik, dört tekbir, gülbank, named ve Bektaşiliğe ait diğer bilgileri derleyen parçalar bulunmaktadır. Yine bu eserde, Said Emre’nin Makalât tercümesinde bulunan bir şiiri de yer almakta ve ilk Bektaşi erkânı hakkında, fazla önemi olmasa da bazı bilgiler bulunmaktadır. Bu risalenin bazı parçaları, Bışati’nin Şah Tahmasb (1524-1576) devrinde yazdığı Menâkıb’ül Esrâr Behçet-ül-Ahrâr (Sırların Menkıbeleri, Hürlerin Güzelliği) adlı eserine de alınmıştır. Buradan anlaşıldığına göre ilk Bektaşiler erkânda Aleviliğe aşırı derecede meyilli idiler ve aynı zamanda Ahilerin erkânına da yakındılar. Bu da Bektaşiliğin, kuruluşundan beri, Ahiliğin etkisi altında kaldığını gösteriyor. Tarihi kaynaklar, Bektaşiliğin Abdalân’ı Rum (Rum Abdalları ) denilen zümre ile ilk zamanlardan beri ilgili olduğunu da gösteriyor. Hatta Bektaşilere bektaşı abdalları denildiği de olmuştur. Bektaşi Velâyetnâme’si de (yazılış tarihi 1440-1441) Anadolu Ahilerinin piri Ahi Evren ile Hacı Bektaş arasındaki münasebetlerden bahseder.
Bektaşiliğin, Kalenderiyye ile de ilgisi bulunduğu açıktır. Hacı Bektaş’ın kendisine uyanların serpuşlarını tekbirlediğini, safa- nazar ettiği, hırka giydirdiği ve biat töreninde saçlarını tamamen tıraş ettirdiği Velâyatnâme’de yazılıdır. Yani Kalenderiyye’nin amacı olan çar-darb olma hali Bektaşilikte de vardır. Halil Vahdeti Dedebaba (öl.1650), Hacı Bektaş’ı öven bir terci-i bendindeki: Çar-darb ile anındır ve elif ü tigu tıraş /Ser ü riş ile bürüt oldu dilâ hem dahi taç beyti ile Bektaşilikteki çar-darb olma halini haber verir. Kaygusuz Abdal da bir nefesinde aynı şeyi ifade eder:
Sakalımla başımı
Bıyığımla kaşımı
Hak onara işimi
Bu sakalı kırkaram
Menakıb-ı Hâce-i Cihân ve Netice-i Can (Hacı Bektaş’ın Menkıbeleri ve Can Neticesi) eserinden de anlaşıldığına göre Abdallar, Kalenderiler, Haydariler, Câmiler, Edhemiler ve Semsiler, inanç, gelenek ve şekil bakımından Bektaşilere yakındırlar. Bu yakınlık, XVII. y.y ın sonlarına doğru bütün bu zümrelerin bektaşilik tarafından temsil edilmesiyle sonuçlandı. Böylece Bektaşilik bu Batıni inanış yollarının hepsini içinde toplamış oldu.
Bektaşilik tarihinin ikinci devresi Balım Sultan diye tanınan Hızır Balı (öl.1516) ile başladı. Bektaşiler bu şahsı ikinci pir olarak tanırlar ve bektaşi erkânın onun tarafından vaz’edildiğini kabul ederler. Balım Sultan’dan itibaren Bektaşilik, evli babalar ile evli olmayan (mücerret) babalar tarafından temsil edilmeye başlandı. Mücerret dervis ve babalar, kendilerini bu tarikata tamamen adamış insanlardı. Bunların sağ kulak memelerinin delindiğini ve kulaklarına demir veya bakırdan yapılmış mengüş denen bir halka takıldığını görüyoruz. Velâyatnâme ve bektaşi silsilesine göre, Balım Sultan Hacı Bektaş’tan sonra gelen çelebilerdendi. Çelebiler, Hacı Bektaş’ın kendisine kız evlat edindiği Hatun Ana’nın oğullarıdır. Hacı Bektaş ile Balım Sultan arasında dört çelebi daha vardı. Balım Sultan’ın ölümünden sonra çelebiliğe kardeşi Kalender geçti. Kalender Çelebi, Kanuni Süleyman devrinde ikinci bir babai isyanı tertiplediği için öldürüldü (1528-1529). Bu yüzden Bektaşilik bir süre manevi nüfuzunu kaybetti. Kalender Çelebinin öldürülmesinde 23 yıl sonra (1552) Bektaşilikte çelebilik ile birlikte bir de dedebaba lık görülüyor. Bu makam, Balım Sultan’ın dervişlerinden Sersem Ali Baba tarafından kuruldu ve böylece tarikatın başına dedebaba lar geçmeye başladı. Bu usulün Mevlevilik tesiriyle meydana geldiği söylenebilir. Böylece XVI. yy.dan itibaren Bektaşiliğin merkezi otoritesi ikiye ayrıldı. Zaten Balım Sultanın kurduğu erkân, Aleviler ile Bektaşileri ayırmışken bu sefer de çelebilik ve dedebabalık makamları bu ayrılığı tamamladı. Çelebilerle dedebabaların arası bazen iyi gitmiş, bazen de açılmıştır. Bu arada, çelebilik makamına geçenler aynı zamanda dedebabadan bir de bektaşi halifeliği almak mecburiyetini duydular. Basit ve oldukça hurafeli inançları olan ve doğrudan doğruya İran safevilerinin tesirine kapılan, bu yüzden de Osmanoğullarını meşrü hükümdar tanımayan aleviler, çelebilere ve dedelere uydular, yani ilk usulü bozmadılar. Bektaşiler ise bunları aralarına almadılar ve asıl kendilerini Hacı Bektaş tarikatı mensubu saydılar.
Osmanlı imparatorluğunda yeniçeri isyanında Bektaşiler de yeniçerilere yardım ettikleri için Sultan II. Mahmut Yeniçeriliği kaldırdığı zaman Bektaşiliği de yasak etti (1826). Önde gelen Bektaşi babaları asıldı ve sürüldü. Bektaşi tekkelerinin yeni yapılmış olanları yıktırıldı, eski tekkelere de nakşi şeyhleri tayin edildi. Fakat bütün bu sert tedbirlere rağmen bektaşiler, taçlarının üzerine fes giydiler ve birçoğu da nakşiye’den icazetname alarak bektaşi tekkelerine şeyh olmanın kolayını buldular. II. Mahmut devrinden sonra bu hüküm unutuldu, fakat Bektaşilik resmen nakşibendiye’nin bir şubesi sayıldı. Son zamanlarda çelebilerden Ahmet Cemalettin Çelebi’nin babalarla arası açıldı. Bu yüzden kendisinin, Hacı Bektaş’ın yalnız manevi değil aynı zamanda sulbi oğlu olduğunu iddia etti ve alevilerin arasına gönderdiği vekilleri ile onların bir kısmını dedebabalardan ayırdı. Bu sebepten dolayı Bektaşilik bölündü. Türkiye’de tekkelerin kapatılmasından ve tarikatların ilgasından sonra (4 eylül 1925 ) aynı icraat Suriye’de de yapıldı. Böylece Bektaşilik yalnız Mısır’da ve özellikle Arnavutluk’ta resmi mahiyette kaldı.
Bektaşilikte teşkilat
Bektaşilikte beş derece vardır. Sırası ile: muhip, derviş, baba, mücerret ve halife. Bektaşilerden iki tanesinin kefaletiyle tarikattan nasip alan, yani bir babaya intisap eden kişiye muhip denir. Muhipler yalnız muhip ayin-i cem’i ile ölü ayin-i cem’ine girebilirler.
Muhiplerden derviş olmak isteyen, dervişliğe ikrar verir ve bir tekkeye girer. Orada bir müddet arakiye ile hizmet eder. Dervişliğe layık olduğu anlaşılınca dervişlik ayin-i cem’i yapılır ve kendisine dervişlik tacı giydirilir.
Babalık, Bektaşilikte üçüncü derecedir. Ehliyeti olan dervişe, halife tarafından icazet verilirse tacının üstüne sarık sarabilir ve böylece babalık makamına geçebilir. Muhip ve derviş yetiştirebilir, fakat bir dervişe babalık veremez. Babalık vermek yetkisi sadece, bektaşilerin en büyüğü olan halifeye aittir. Babalar, peygamber soyundansa yeşil, değilse beyaz sarık sararlar.
Mücerretlik, Bektaşilikte dördüncü derecedir. Evlenmemiş bir derviş yahut baba, mücerretliğe ikrar verir. Kalenderiyye’den geçmiş olan tıraş erkânı ile tıraş edilir, sağ kulağı delinerek mengüş, yani küpe takılır ve bu suretle mücerretlik makamına geçirilmiş olur. Mücerretlik ayin-i cem’ine mücerretlerden başka hiç kimse giremez. Mücerretler evlenemezler ve ömürleri boyunca kendilerini tarikata adamış sayılırlar. Mücerretlik ayini önceleri yalnız Hacı Bektas dergâhında, Balım Sultan türbesinde ve Kerbela tekkesinde yapılırdı. Son zamanlarda Merdivenköyünde de yaptı.
Halifelik, Bektaşiliğin beşinci derecesidir. Halife, bektaşilerin en büyüğüdür. Taçlarının üstüne siyah sarık sararlar. Herhangi bir baba, halifelik makamlarından birine başvurduğu zaman isteği kabul edilirse veya buna lüzum görülürse kendisine halifelik icazeti, çırağ, tuğ, âlem ve sofra verilirdi. Muhiplik, dervişlik, babalık ve mücerretlik ayin-i cemlerinde bir kurban kesilmesine karşılık, hilafet ayin-i ceminde usule uyularak kırk kurban kesilirdi. Fakat son zamanlarda kurbansız nasip verenler ve hilafet kurbanını bire indirenler de oldu. Bektaşilerde önceleri dört halife varken, sonraları bu usul de bozuldu. Bektaşilerde, aynı zamanda üç mücerret baba, müşterek ve imzalı icazetname ile bir babayı halife yapabilirdi.
Bektaşi inancı: Bektaşiler Caferi mezhebindendir. Kendilerinde Ehl-i Beyt sevgisi çok kuvvetlidir. Bektaşilere göre Ali, Allah’ın zuhuru, miraç ise Hz. Muhammed’in Ali’ye intisap etmesidir. Bektaşiler sabah ve akşam on iki imama salâvat getirir ve na’t-i Ali okurlar. Muharrem ayında on gün su içmezler. Muharremlerden sonra babaya baş okuturlar, yeni bir yıllık günahtan temizlenirler. Ali’nin doğum günü saydıkları Nevruz’u kutlar ve üç gün süt içerler. Birbirleri ile sohbet edip dem çekerler, nefes okurlar, saz çalıp dinlerler. Bütün bunlar onlara göre ibadettir. Bektaşilerde ahlak, verilen söze dayanır. Bu da elin tek, belin berk tut sözünden ibarettir. Onlara göre kendini bilene atasının kanı helal, bilmeyene anasının sütü haram, idi. Çoğu da tenasüh nazariyesine inanırdı. Tasavvuf ile fazla bağdaşmayan Bektaşilik, daha çok dünyevi bir düşünüş, bir neşve idi.
Bektaşi edebiyatı: Bektaşiliğin türk edebiyatı üzerinde pek geniş ve pek olumlu etkileri vardır. Bektaşiler, aslında türk vezni olan hece veznini benimsemişler ve halka halk diliyle hitap etmişlerdir. İçlerinde okumuş olanları bazen aruz veznini de kullandılar. Bektaşi şiirleri, halk edebiyatının en önemli kaynakları arasındadır. XIII. yy.da Said Emre ile başlayan Bektaşi edebiyatı, XV. yy.da Kaygusuz Abdal gibi çok büyük bir şair yetiştirdi. XVI. yy.da Hatayi (Şah İsmail-i Safevi), daha sonra Pir Sultan Abdal ve onun müridi olan Kul Himmet, bu edebiyatın en büyük şairleri arasındadır. Bektaşi edebiyatı, zamanımıza kadar gelmiş ve birçok değerli şair yetiştirmiştir. Ehl-i Beyte karşı sevgi göstermek, taassup ve yobazlık ile alay etmek, bektaşi gelenek ve düşüncelerinden bahsetmek, bu orijinal edebiyatın belli başlı konularıdır.


8 Haziran 2013 Cumartesi

Anofel


Sıtma sivrisineği.
Avrupa’da yaşayan birçok anofel türü vardır. Benekli kanatlı anofel (anopheles maculipennis), akşam karanlığında ve gece uçar, evlere girer; Avrupa’da ve Kuzey Afrika’da sıtma hastalığını yayan en önemli sivrisinektir. Larvası otlu bataklıklarda yaşar. A.gambiae, Afrika tropikasında çok zarar verir. A.albimanus, argyritarsis ve quadrimaculatus Amerika’da: A.ludlowl, minimus ve vagus Asya’da sıtma taşıyan ve yayan başlıca tiplerdir. Anofel, ikikanatlılar takımından, sivrisinekgillerdendir.

6 Haziran 2013 Perşembe

Akhilleus



Yunan mitolojisinde Tesalyalı efsane kahramanı; Myrmidon’ların kralı, Thetis ile Peleus’un oğlu. Yaralanmasını önlemek için annesi tarafından bir topuğundan tutularak Styks nehrine daldırıldı; bu yüzden de vücudunda yaralanabilecek tek yer olarak topuğu kaldı. Eğitimiyle en büyük üstatlar meşgul oldu: Phoiniks ve Kheiron’dan ok atmayı, yaraları iyileştirmeyi ve savaşmayı öğrendi. Kahin Kalkhas, Truva önünde öleceğini haber verdiği için, annesi onu Skyros’da gizledi; fakat, değerini bilen Yunanlılar, Odysseus vasıtasıyla saklandığı yeri buldular. Akhilleus, misafir edildiği evin kızına aşık olduğu halde, tereddüt etmeden Yunanlılara katıldı, canını dişine takarak savaştı. Fakat Agamemnon sebepsiz yere kölesi Briseis’i elinden alınca, darılıp çadırına çekildi. Onun yokluğundan yararlanan Truvalı’lar birçok zafer kazandılar. Arkadaşı Patroklos, Akhilleus’un silahlarını kullanarak Truvalı’ların saldırılarını önlemeğe çalıştı ama Hephaistos’a yaptırtıp süslettiği büyülü silahlarla yeniden savaşa katıldı. Hektor’u öldürdü, cesedini Truva surlarının etrafında sürükledi. Fakat Apollon, kendini böyle bir zafer sarhoşluğuna kaptırmasını hoş görmedi. İhtiyar Priamos’un yalvarmalarına dayanamayan Akhilleus, Hektor’un cesedini geri verdi, fakat Paris tarafından savrulan ve Apollon’un yönelttiği bir okla topuğundan yaralanarak öldü. Yunanlılar cesedini sakladılar ve dini törenlerle gömdüler.
Birçok destanın kahramanı olan Akhilleus, İliada’daki şahıslar arasında karakteri en iyi işlenmiş olanıdır: kaderin ölümsüz bir şan ve şerefe layık gördüğü genç, cesur ve atılgan bir savaşçıdır; çeşitli edebiyat eserine ilham kaynağı olmuştur. Katıldığı savaşlar, Eskiçağda birçok heykelde (Akhilleus ve Penthesileia, British museum’da ), duvar resimlerinde (Kastor ve Polluks’un evi, Pompeii’de ), vazo süslemelerinde (Akhilleus’un silahlarını taşıyan Thetis, Vatikan kitaplığında ) canlandırılmış, Yeniçağda da Rubens, Teniers, özellikle İngres ve Delacroix tarafından işlenmiştir.